Vaktiyle sıra sıra deve kervanlarının birkaç haftada ancak geçebildiği Kızılkum Çölü’nü otobüsle altı saatte kat ederek, Hîve’den Buhara’ya vasıl olduk. Klâsik dönemde “İslâm’ın Kubbesi” (Kubbetu’l-İslâm) adıyla anılan Buhara, bugün Özbekistan’ın Buhara vilayetinin merkezi ve 300 bine yaklaşan nüfusuyla ülkenin yedinci büyük şehri. Göz alabildiğince dümdüz ve geniş bir alana yayılan Buhara’yı eski zamanlardaki ihtişamıyla tasavvur edebilmek için epey tarih okuması yapmak gerekiyor, biraz da hayal gücüne sahip olmak.
Birkaç yıl evvel, Buhara’ya ilk seyahatim sırasında, Özbek dostlarımız şehre ayak basma âdâbını dikkatle ve hürmetli bir üslupla açıklamıştı. Önce Nakşî erkânındaki “Altın Silsile” içinde birbiri ardına gelen Yedi Pirler sırayla ziyaret edilecek hepsine Fâtiha okunacaktı. Diğer mekânlara, onlardan sonra geçilecekti. Biz de öyle yapmıştık:
Gucduvân’da Hâce Abdulhâlik Gucduvânî’nin (v. 1179) kabri ve etrafında zaman içinde oluşan külliyeyle başladık. Uluğ Bey’in de kabrin hemen yanı başında bir medrese inşa ettirdiği düşünüldüğünde, yüzyıllardır burasının manevî bir çekim merkezi olduğu anlaşılıyordu. İkinci durağımız Ârif Rivgerî’nin (v. 1237) mezarı...