Her sene 21 Şubat günü, hem fikrî hem de coğrafî olarak, uzaklara dalar giderim. Sabahtan akşama kadar, günüm neredeyse tek bir kişiyle geçer. 21 Şubat 1965’te, New York’un Harlem semtindeki Audubon Ballroom Konferans Salonu’nda heyecanla sahneye çıkan ve -her zamanki gibi- ateşli bir konuşma yapmaya hazırlanan o genç adamı düşünürüm. Ve bütün korkularına rağmen, mücadelesini bütün kalbiyle desteklediği kocasını dinlemek için en ön sıraya oturan henüz 29 yaşındaki eşini ve yanındaki 4 kızını… Ne var ki o konuşma hiç başlamayacak, birkaç dakika içinde sahneye fırlayan üç saldırgan, salondaki yaklaşık 400 kişinin gözleri önünde hatibe arka arkaya ateş edecekti. Sonrası, artık dünya çapında televizyon bültenlerinin ve gazete manşetlerinin ilk sırasına tırmanacak şu cümledir: “Ünlü ABD’li insan hakları aktivisti Malcolm X, New York’ta uğradığı suikast sonucu öldürüldü. Şüpheliler…” Gerisi önemsizdir, zira ilk cümleyle, tarih çoktan yazılmış ve defter kapanmıştır.
Malcolm X’in adını ilk defa ne zaman duyduğumu hatırlamıyorum, çünkü yetiştiğim atmosferde sürekli zikredilen bir şahsiyetti. Öyle ki, adeta hepimizin yıllardır tanıdığı, yakınında bulunduğu ve kendisiyle koyu...