Bugün şu “Hilafet isteriz” yürüyüşü üzerine bir yazı mı yazsam diyordum.
Ya da Hüsnü Mahalli’nin tutuklanması ve ona yönelik suç isnadındaki garabet üzerine mi yazsam diyordum.
Veyahut da Ayşenur Arslan’ın Mahalli’ye yönelik bu operasyon karşısında dayanamayıp programına son vermesi; akabinde Halk TV’nin aynı doğrultuda bir duyarlılıkla kendi ekranını kendisinin karartması üzerine mi yazsam diyordum.
Yani bir bakıma muhalif her kesim ve herkesin adeta “Şeyh Bedreddin’in kendi idam fetvasına kendi mührünü basması”na benzer mahiyette bir noktaya geldiği üzerine bir yazı mı?..
Yazsam, diyordum.
***
Bunların hiçbirini yazamadığım gibi, tam aksi istikamette “Hiçbir şeyyazmasam” deme noktasına geldim.
Dün sabah Kayseri’den gelen haber, Türkiye’nin artık giderek hiçbir şey yazılamaz, söylenemez, konuşulamaz bir kanlı-karanlık olduğu duygu ve düşüncesini pekiştirir mahiyette üzerime çöktü.
Cumartesiler, haftanın yorgunluğunu bedensel, zihinsel ve ruhsal tazeliğe dönüştürme yolunda neşeyle başlanan bir tatil günü olma hüviyetini yitirdi artık.
Cumartesiler, uğursuz ve lânetli bombaların, patlamaların, parçalanmaların, parça parça bölünüp öfkeye, kine, nefrete bulanmaların “sabah karanlığı” oldu artık.
Cumartesiler, olup bitenler üzerine yazmaya kalktığınızda da öncekilere eklenecek yeni küfürlerin, yeni tehditlerin, yeni linç girişimlerinin önünü açan bir alacakaranlık oldu artık.
***
Bir bitişin içindeyiz.
“Eleştirel akıl”ın bitişini yaşıyoruz.
“Muhalif düşünce”nin bitişini yaşıyoruz.
“Nesnel çözümleme”nin bitişini yaşıyoruz.
“İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batırma” ferasetinin bitişini yaşıyoruz.
“Kral çıplak” demenin, diyebilme imkân ve iradesinin bitişini yaşıyoruz.
Yani...
Demokratik Türkiye umudunun bitişini yaşıyoruz.