Ömrümün neredeyse 40 yılı üniversitede geçti. Ama bunun son 20
yılını “akademya” yanında medyada da bir teşrik-i mesai içerisinde
sürdürdüm.
Çünkü kabıma sığamadım! Zaten zaman-mekânda tüm çeşitliliğiyle
insana ve kültüre bakan antropoloji bünyesinde ta en baştan hayatı
üniversiteye taşıma esasıyla hareket etmekteydim. Bu yetmedi,
üniversiteyi de hayata taşıma arzusu, tutkusu, aşkıyla yandım
tutuştum.
Medya, daha doğrusu yazılı basın, buna karşılık bulma yolunda uygun
mecra oldu.
Doktora sonrası Londra’dan döndüğümde sıcağı sıcağına ilk yazım,
90’lı yıllarda kendince bir iz bıraktığı söylenebilecek Yeni
Yüzyıl’da çıkmıştı (19 Şubat 1995). Başlık şu: “Kimlerin temsil
ettiği İslam? Hangi İslam?”
Heyhat, gel de efkârlanma! Şimdi ortalıkta “gerçek İslam olur mu
olmaz mı” tartışmasına soyunan kimilerinin daha gencecik İslamcı
oldukları günlerde yazmışım, “gerçek İslam” hikâyedir diye!..
Biraz, “erken öten horoz” misali!..
Sonra başka gazetelerde de yazdım ama daha disiplinli “gazetecilik”
kulvarına girmem, Can Dündar’ın tavassutuyla
olmuştur. Çocukluk arkadaşım, mahalle arkadaşım, okul ve de sınıf
arkadaşım Can’la beraberliğimiz onlarca yıl hep bir
akademik-medyatik etkileşim boyutuna sahip oldu.
İlginçtir, bunun ilk adımı görsel medyaydı: 1999-2000 arası NTV’de
her ay bir bölümü yayınlanan 11 bölümlük, yani bir yıl süren “4.
Nesil” belgesel çalışması. Rahmetli hocamız Prof. Ünsal
Oskay’ın varlığıyla, tam da başta söylediğim gibi,
üniversiteyi medya dolayımıyla hayata, topluma getirmeye
çalıştığımız bir gündelik hayat ve kültürel değişme belgeseli...
Can’ın Ankara’daki çalışma bürosu, adeta derslik gibiydi o bir yıl
boyunca.