Terörle
mücadeleden “terörle savaş” tabirine “11
Eylül” (2001) hadisesiyle geçildi. İlk resmi kullanımı da
sanırım George
W. Bush’a borçluyuz. Tabirin
vurgusu, küresel kapitalizme aynen onun gibi küresel işleyişe sahip
cihatçı tedhiş örgütlerinden gelen tehdit üzerindedir. Ana
karakteristik itibarıyla da intihar saldırıları
işaretlenir.
İstanbul’da Dolmabahçe ve Maçka Parkı’nda art arda vuku bulan
dehşet verici iki kanlı terör saldırısı sonrası Başbakan
Yardımcısı Numan Kurtulmuş da
Bush gibi konuşmuş. “Türkiye terörle mücadele
etmiyor, terörle savaşıyor”diyerek...
Terörü bir devlete karşı “savaş gücü” olma
noktasına, düzeyine, kapasitesine neyin getirdiğini biraz aşağıda
tartışmaya açacağız, ama ona geçmeden terörle savaş nasıl bir
savaştır, bunun üzerine bir iki not düşelim.
Terörle savaş, konvansiyonel (devletler-arası) olmayan, korkunç
asimetrik bir savaştır. Üstelik de gerek insan gücü, gerek teçhizat
donanımı, gerekse teknolojik düzey bakımından zayıf olanın (terör
örgütü) güçlü olan (devlet) karşısında avantajlı olduğu bir
asimetrik savaş...
Burada zayıf taraf, güçlü tarafın zaaflarını yakalar, onların
üzerine gider, oralardan vurur. Güçlü taraf ise aynı yönde bir
imkâna sahip değildir. Çünkü karşısında kendisi gibi gözle görülür,
ucu-bucağı belli, çapı-gücü ölçülebilir mahiyette bir hasım
yoktur.
Evet, belki terör örgütünün kitlesel destek bulduğunu bildiğiniz ya
da düşündüğünüz topraklara taarruz edebilirsiniz. Ama buralar birer
saldırı hedefi olmaktan öte sizi içerisine çeken bir anafora da
dönüşebilir. Hem oradan çıkamazsınız, hem de geride bıraktığınız ve
kalbinizi temsil eden yerleri açık birer karşı hedef hâline
getirirsiniz.