Erkek de kadın da insanlıklarından
eksilerek “erkek” ve “kadın” olurlar. “Erkeklik” ve “kadınlık” diye
toplumsal-kültürel plânda karşımıza çıkan kimlikler, roller ve
hâller aslında “yapıntı” yani inşadır. “Toplumsal
cinsiyet”, sonuç itibarıyla bir (insanî) bütünlüğün düzen kurma
ihtiyacıyla ikiye ayrılarak karşıtlık ilişkisi içine sokulmasından
ibarettir.
Fransız yapısal antropolojisinin kurucusu Claude
Lévi- Strauss’a borçlu
olduğumuz “ikili karşıtlıklar” kavramı, kadınerkek
ikiliğini ele alma ve tartışma yolunda da bize elverişli bir zemin
sunar.
Lévi-Strauss’a göre, bir düzen arayışı içinde olan insan zihni,
sürekli akış halindeki “kaotik” varoluştan sabitlenmiş
bir düzen çıkarma derdindedir hep... Ve bu, her kültürde tespit
edilebilen bir temel itkidir.
Dolayısıyla kültürler, doğal durumda birbirinin devamı, dönüşümsel
sürekliliği olan ve birbirine içkin farklılıkları, aralarında
hiçbir benzerlik, ilişki, bağ bulunmayan, birbirinden kesinkes
kopmuş karşıtlıklara dönüştürürler: Gece-gündüz, insan- hayvan,
ak-kara, güzel-çirkin, doğru-yanlış, doğum-ölüm gibi... (Hâlbuki
mesela doğumdan itibaren ölüm süreci de başlar ve yaşam, hücresel
akışa bakıldığında doğumla ölümün iç içe yol aldığı bir
maceradır.)
Bu ikili karşıtlıklar, toplumsal ve kültürel hayatı sürdürme
yolunda kendi kendimize ürettiğimiz evrensel ve elbette bir
ihtiyacı, düzen ihtiyacını karşılamaya
yönelik “işlevsel” yalanlardır. Toplumsal yapı, ikili
karşıtlık içinde düzene konur, düzenlenir. “Ya o ya
da bu”sunuzdur ve “Araf”ta olmaya da, “hem o, hem de
bu” olmaya da “yapı”nın tahammülü yoktur.
Kadın-erkek
ayrımı, “kadınlık” ve “erkeklik” ikili
karşıtlığı da böyledir.
Her erkekte bastırılmış bir kadınlık, her kadında bastırılmış bir
erkeklik yatar. Dipte, derinlerde, sessiz sedasız...