Bir yılı aşkın zaman önce bu köşede bir yazı yazdım. “Kakofonik
ezanlar” başlıklı ve Attilâ İlhan’ın işgal
İstanbul’unda geçen “Dersaadet’te Sabah Ezanları” romanının şu
unutulmaz satırlarıyla başlayan:
“Dersaadet’te sabah ezanları!.. Boğaziçi’nde
düşman zırhlılarının; Haydarpaşa ve Sirkeci garlarına,
limana, kara ve deniz gümrüklerine, posta ve telgrafidaresine
çöreklenmiş ‘düşman’ zabitlerinin üzerinde, yalnız onlardır ki
şehrin asıl sahiplerinin elinden hâlâ çıkmadığını
duyurmaktadır.”
Bu toplumun merkezi bir kimlik simgesi olan ezana ilişkin bu
çarpıcı, edebi ve “estetik” değerlendirmeyi kaydettikten sonra sözü
bugünkü ezanlara getirdim. Onların ne yazık ki hiçbir insani ve
estetik kaygı gütmeksizin sert sert; kundaktaki bebeği uykusundan
hoplatacak tonda bağıra bağıra; nihayet birbirine neredeyse yürüme
mesafesindeki camilerden eşzamanlı olmayan şekilde, nahoş bir
kakofoni yaratarak okunduklarını vurguladım.
Hoparlörle yüksek desibelde okunan ezanın ibadete davet eden bir
yumuşaklık ve sıcaklıktan yoksun olduğunu, teknolojik ve mekanik
bir soğukluğa, rahatsızlığa yol açtığını kaydettim.
Tüm bunların da dindar bir olgunluktan ziyade, bir iktidar
sarhoşluğuyla da ilişkilendirilebilecek şekilde dinbaz-politik bir
hamlığı işaret ettiğini vurguladım.
Naçizane, başta Diyanet olmak üzere konuyla ilgili kurum ve
kişilerin dikkatini çekmeyi de hedefleyen bir yazıydı.
***
Ne mi oldu?
Beklemediğim şekilde kıyıdan-köşeden hakaret, tehdit ve ihbar dolu
bir tezvirat başladı. “Kakofoni”yi (bilerek/bilinçlice) “kaka”foni
şeklinde yazarak benim dine, “Ezan-ı Muhammedî”ye hakaret ettiğimi
ileri sürüp alçakça hedef göstermeye çalıştılar.