2002 yılına girerken Londra’daydım ve
“Britanya’nın En Parlak Çocuğu” bilgi yarışmasını kazanan
10’lu yaşlardaki Laura
Hibbert’ın ekranda “Büyüyünce ne olacaksın”
sorusuna verdiği sürpriz cevaba bizzat tanık
oldum.
Ne doktor, ne mühendis, ne mimar, ne hukukçu,
ne akademisyen, ne de başka bir şey… Laura, soruya “Meşhur
olmak istiyorum” diye cevap
verdi.
Bu cevap, Batı’dan Doğu’ya tüm dünyada
kitleselleşen meşhurluk arzu, istek, “histeri”sinin saf
bir tezahürüydü. Görsel kitle kültürünün anaforuna, illüzyonuna,
narkotik etkisine kendini kaptırmış bu insanlık halini hanidir
“Meşhuriyet Çağı” diye tanımladığımız biliniyor;
herkes, Andy Warhol’a rahmet
okutacak şekilde 15 dakikalığına da olsa meşhurluğu tatma
derdinde.
Tabii bu arzunun varacağı son durak belli ve
onu en güzel anlatan da gösteri çağının ABD’de ilk eleştirilerinden
sayılabilecek Chicago müzikalinde, şöhret peşinde koşan insana
hitaben sarf edilen şu söz:
“Hepimiz kızgın tavaya düşmeye can atan
damlalarız.”
Büyüyünce ne olacaksın sorusuna “meşhur
olmak” diye cevap veren nice parlak, zeki, hırslı çocuğun
dikkatine sunulması gereken bir ifadedir bu!..
***
Ancak bu “çağ yangını”na direnen
insanlar, insanlarımız, çocuklarımız da yok
değil.
Ve o çocuklar, “Büyüyünce ne
olacaksın” sorusuna başka cevap
veriyor.
Demek istediğimi netleştirmek için dün bu
gazetede beni darmadağın eden bir yazıyı, Silivri zindanından
süzülüp çıkmış şu satırları ilginize
sunuyorum:
“Bundan tam 12 sene evvel 24 Eylül 2005
günü ılık bir sonbahar sabahında bir YAĞMUR damlası düştü
dünyamıza. Kocaman gözlerini açmış merakla bakıyordu küçücük,
sakin, sevecen bir YAĞMUR
damlası.