Hiç şüphe yok, geleceği karanlık gördüğümüz ve dünyadan ümit kestiğimiz bir zamanda yaşıyoruz.
Bu “distopik” çağ, daha önce defalarca vurguladığımız gibi, fantezileri (sinema ve dizi filmleri) ile de, gerçekliği (IŞİD, Pegida, İslamofobi, İslamofaşizm, Trump, Putin, Le Pen) ile de bir kıyamete doğru doludizgin yol alışın emarelerini karşımıza çıkarıyor.
Elbette emarelerin ötesinde bu bakımdan bilimsel kredisi hayli yüksek bir öngörü de çağın en büyük dehası Stephen Hawking’in geçtiğimiz günlerde basına yansıyan konuşmasında insanlığa hepi topu 1000 yıllık bir ömür biçmesiyle şekillendi.
Eğer insanlık, yaşamını sürdürecek başka bir diyar bulamazsa onun soyunun tükenmesine ramak kaldı demekte Hawking.
İşte tam da bu ifadeyle uyarlı mahiyette, her yanı kıyamete çalan bir dünyada, yine fantezi ve gerçekliğiyle bir “dünya-dışı ütopya” olarak “MARS” huzurlarınızda!..
***
“National Geographic Channel” tarafından yılın en iddialı yapımı olarak hazırlanıp 13 Kasım’da ilk bölümüyle ekrana gelmeye başlayan “MARS”, kelimenin tam anlamıyla gerçeklik ve fanteziyi buluşturmuş bir belgesel-bilimkurgu dizisi.
Mars’ta yaşam “üretme”, hâlihazırda insanlığımızın bir hayali değil, fakat bir “veri”si… Amerika’dan Rusya’ya kadar harıl harıl böyle bir imkânın önünü açmaya yönelik bilimsel çalışma ve araştırmalar yoğunlaşmış durumda.
Dizi bu bağlamda bizi bir yandan bu bilimsel çalışmalardan haberdar etme yolunda 2016’nın “belgesel” gerçekliğini takdim ediyor. Diğer taraftan da bu bilimsel tespit, veri, olasılık ve öngörüler temelinde kotarılmış, 2033’e uzanan Mars’a ilk insanlı seyahat kurgusunu seyrimize sunuyor.
Bir bakıma “Kurtuluş, Mars’ta mı” sorusunu ortaya atan ve buna yanıt arayan bir dizi var karşımızda.