“Türkiye’de din-modernite ilişkisinde yaşananlar da sekülerleşme tezini yeniden ele almak gerektiğine işaret etmektedir. Sekülerleşmeyi katı bir çerçevede algılamak yerine, seküler ve kutsal olanın kutuplaşmaya gitmek zorunda olmadan birbirlerini etkileyebileceklerini gösteren yeni bir paradigmaya ihtiyaç vardır.”
Yukarıdaki sözler, din psikolojisi alanındaki çalışmalarıyla bilinen ilahiyatçı dostum Prof. Dr. Ali Köse’ye ait. Sekülerleşme ve din ilişkisinin modern Batı’daki seyrine eleştirel çerçevede ışık tutan bazı sosyolog ve din bilimcilerin Türkçeye çevrilmiş yazılarını derleyerek hazırladığı kitabında kendi kaleme aldığı yazısından… Söyledikleri önemli, ama kitabın başlığı daha da çarpıcı ve düşündürücü: “Laik Ama Kutsal” (Etkileşim Yayınları, İstanbul, 2006).
Ali’nin kitabı bize sunarken hareket noktası, hiç kuşkusuz öncelikle modern aklın pozitivist itkiyle öne sürdüğü “sekülerleşme” teziyle hesaplaşma. Modernleşme yolunda hız kazanıldıkça dinin siyasetten öte toplumsal ve bireysel düzlemlerde de sönümleneceğini öne süren bu tezin, “kutsal”ın gümbür gümbür geri dönüşünün tescillendiği postmodern zamanlarda geçersizliği, kitabın ağırlık merkezlerinden biri…
Ancak Ali, “kutsal”ın zaferiyle kendinden geçmeye meyyal
kesimlere de “Bir dakika!” diyerek önemli bir sınır çizgisi
çekiyor. Sekülerleşme tezi ile sekülerleşme “olgusu” arasında bir
sınır çizgisi bu. Yani, evet, sekülerleşme süreci kutsalı hayatın
içinde berhava etmedi, ama kutsal da sekülerleşmeyi bir olgu, bir
yaşamsal eğilim, tercih ve talep olarak ortadan kaldıramadı.
Aksine seküler ve kutsal, hayatın içinde birbirinden etkilenerek,
beslenerek, hatta melezleşerek yol almaktalar. Ve orta yerde söz
konusu olan, dinselliğin sekülerleşmesi olduğu kadar, sekülerliğin
de dini içselleştirmesi… Tekrar Ali’ye bırakalım sözü: