Üç yıl önce tarikatların günümüz dünyasının ekonomi-politik
gerçekliği karşısında geleneklerini ve tarihsel varoluş
dayanaklarını nasıl yitirdiklerini işaret eden bir yazı dizisi
kaleme almıştım. Dizinin ilk bölümünün başlığı aslında her şeyi
fazla söze hacet bırakmaksızın özetliyordu; “Hepsi holding oldu”
şeklinde…
Tarikatlar ortaya çıkış prensiplerini inkâr edercesine
şirketleşmiş, yani dünyevileşmişti. Yani “takva”dan (Allah adına
dünyanın işlerinden, hayhuyundan sakınma) uzaklaşmış, tam anlamıyla
“masiva”nın (“yalan dünya”) parçası haline gelmişlerdi. Dolayısıyla
tüketim kapitalizminin İslam dünyasını, Müslümanlığı ve İslamcılığı
(“post-İslamizm”e devşirerek) teslim alması tarikatlar için de
geçerliydi. Bu doğrultuda olup bitenlere ah eden samimi bir tarikat
ehli diyordu ki “Düne kadar hiç olmazsa ‘tuz’du bu memlekette
tarikatlar; ama artık tuz da koktu!”
Bugün daha da vahim bir noktaya ilerlendiğini dünkü Cumhuriyet
PA7AR’da Aydın Tonga kardeşimizin çarpıcı
yazısından hareketle söylemek mümkün: Tarikatlar tuz olmaktan
çıktığı kadar “marka” haline de gelmiş artık!..
Türkiye’de adından en çok söz edilen Nakşibendi çevre olan
İsmailağa Cemaati içinde “isim kullanma” kavgası baş göstermiş.
Şöyle ki 1980’lerden bugüne Fatih-Çarşamba’da sınırlı/mütevazı bir
irşat faaliyeti sürdürmekte iken şimdi dallanıp budaklanıp memleket
sathında muazzam bir şebekeye dönüşmüş olan cemaat, artık kendi
içinde de segmentasyona uğramış durumda. İşte bu “segment”lerden
biri (kendisini “gövde” sayanı) diğerine “patent” davası açıyor ve
diyor ki “İsmailağa bir ‘marka’dır, her önüne gelen bunu
kullanamaz”.
Mahkeme de davayı haklı bularak İsmailağa’nın bir marka olduğunu
tescillemiş...