1990’ların başında Londra’da İslâm’ın Batı dünyasında yayılma süreci üzerine araştırma yaparken, bugün kendisini hâlâ sitayişle hatırladığım bir “mühtedi” (sonradan- Müslüman) tanıdım. Britanya Kraliyet Donanması’ndan emekli bu zatın evine misafir olduğumda oturduğumuz odanın dört duvarının tavana kadar kitap dolu kütüphane ile çevrelendiğini de hiç unutmuyorum.
Onunla orada İslâm, Batı, Batı’da İslâm ve “Batılı Müslümanlar” başlıkları altında toplanabilecek saatler sürmüş bir görüşme yaptım.
Yine de söyleşimizin ana eksenini, onun mensubu olduğu
sûfî-tarikat çevresi içinde Britanya’ya sonradan gelmiş göçmen
Müslümanlar ile bu ülkede doğup büyümüş Batılı mühtediler arasında
“kültürel” fark temelinde beliren gerilimler oluşturmuştu.
Kentli, burjuva ve seküler bir kültürel altyapıya sahip Batılı
müritlerle kır-kökenli, cemaat (“gemeinschaft” anlamında) toplumsal
örgütlenmesinde yetişmiş ve mutaassıp bir kültürleme sürecinden
geçmiş göçmen Müslümanlar arasında anlayış, tavır ve davranış
bakımından aykırılıklar söz konusuydu. Bunlar dinsel (İslâmi) bir
formata da büründürülerek anlaşmazlık ve çatışmaların önü
açılıyordu.
O zaman orada da en fazla tartışılan, kadın ve tesettür meselesiydi. Bunu enine boyuna konuştuk o Batılı dostumla. Ama değindiği bir nokta vardı ki tesettür üzerine