Başlık, İslam tarihinin şifresel bir özeti
sayılabilir!..
İslam, Emeviler döneminde saltanat, saray,
taht, şaşaa, iktidar ve zenginlikle sarmaş dolaş
oldu.
O
yüzden Muaviye, “Arap
Kisrâsı” addedilir.
Kisrâ, Arapların İran-Sasani krallarına atfen
işlerliğe soktukları tabir. Bizans imparatorları için
kullanılan “Kayzer”in (Sezar)
karşılığı.
“Saray İslamı”, Müslüman kisrâlar
üretmiştir.
İslam tarihinde tasavvuf, bu duruma tepki
olarak doğdu.
Dinin esas derdinin, insanın anlam krizini
çözmek (“maneviyat”) ve bu
yolda “yüce”, “mutlak”,
“ilahi” sayılan her ne ise ona ulaşmak
(“mistisizm”) olduğu inancıyla hareket
eden “sûfi”ler, “Bir dost
bir post yeter bana” diyerek yola
koyuldular.
“Zahit”lik, yani dünyevi zevk,
ihtişamdan ve ihtirastan uzak olma işareti
olarak “sûf” (yün)
giyer oldular.
“Sûfi” de, “tasavvuf” da
oradan geliyor.
***
Fakat ne tasavvuf, ne de onun örgütsel
yapıları olarak ortaya çıkan tarikatlar,
zamanla “Dünya”dan ve dünyaya
tamahkârlıktan uzak durabildi.
Geniş
kitleleri “manen” arkalarında
toplayabilme yetenek ve yetkinliği, maddi, dünyevi
(politik-ekonomik) “yetke” için
imkân açtı onlara...
Bütün İslâm tarihinin bu bakımdan özetini
vermek burada imkânsız. Meraklısı için bir çalışmamızı kaydederek
(“Batı’da Bir Nakşi Cemaati”)
bugüne gelelim.
Bugünkü durumu
da “holdingleşen tekkeler” başlığı
altında değerlendirdiğimizi bilen
biliyor.
Fakat en son, Nakşibendiliğin Menzil kolu
şeyhi Abdülbaki Erol’un
torununun nişan/düğün töreninden olduğu iddiasıyla önümüze konan
görüntüler, tabloyu daha
da “katmerli” hale
getirdi.
Şeyhin torunu diye sunulan genç, adeta 1001
Gece Masalları’ndan fırlamışçasına veya bir Bollywood filminden
parçayı andırırcasına maytaplar, havai fişekler eşliğinde âlâyıvala
ile süslü püslü bir haşmetli tahta
oturtuluyor.
“Kisrâ”lar gibi!..
***