Ahlaksız ekonomi, yalancı siyaset, zevksiz sanat, derinliği olmayan edebiyat, ruhsuz mektepler, tahrip edilmiş doğa, pozitivist horozlar, oltaya yem olarak takılan demokrasi, başkalarının sözleriyle başlayan sözde aşklar, doyumsuz gençler, basit itiş kakışlar ve kahrolsun kapitalizm! Sahtelik, yapmacıklık ve güvensizliği de içine alan sun’î bir hayatın akışına kapılan insanlık. Önümüze parçalanmış Müslüman çocukların cesetlerini attıklarında dahi entelektüelliğe toz kondurmayan uzman şahsiyet kişiliği. Ezberlenen, ısmarlama bir hayat.
İsmet Özel’in Üç Frenk Havası’nda dediği gibi “Doların dalgalanmasına bırakıldı bu çağda alum” Öyle ki artık ne kadar “güzel” sorusunu sormuyoruz çünkü güzelin değeri “dolar” cinsinden belirleniyor. Keza ölümün de hayatın da. Bu dalgalanma belirliyor artık şahsiyetleri. Kalbin zahmetli yollarında kendi çarmıhını taşıyan insanların üstünü çabucak çizerek onları, mekanik hayatın dişlileri arasına dâhil eden bir düzenin köleleri haline getirdik.
Çorak yüreğinin pıhtılaşmış yalnızlığında, göğe doğru yol alırken/büyürken, çölde susuz bırakılmış kum tanelerinin üzerine yağmur olup akmayı umut ederken, modern dünyanın aldatıcı, sahte, sahtekâr düzenbazları tarafından yakalanarak çekip alınan ve ıskartaya ayrılan aşk insanlarının yanık kokuları sardı dünyayı. Evet, onlar bu dünyanın yabancıları olarak damgalandı. Alnımıza, “verem olmak üretimi düşürür” ibaresini çizenlerin dünyasında, bağrında aşk tüten insanlar sürgün bir hayata mahkûm edildi.
Vaktiyle “İblisin talim ettiği yola minnet eylemeyenlerin, herkes kârına giderken dünyanın varlığına tamah etmeyenlerin” derisini yüzenler bugün aşk deryasına inme cesaretini gösterenlerin ruhunu makine dişlileri arasında parçalara ayırıyor. İnsan, kaçırdıklarından öğreniyor hayatı. Hayatın hızlandırıldığı bir devirde tüm olasılıkları bir matematik problemine sığdırmış bir vaziyette, düşe kalka yol alıyoruz. Orada kalıp dinlemiyoruz, dinlenmiyoruz. Hakkı, hakikati, sükûneti, aşkın hükümran olduğu yerde yani ruhumuzun derinliklerinde aramak yerine dijital dünyanın sosyal medya ortamlarında sağa sola atılan capslerdeki sözlerde arıyoruz. Böyle başlıyor hasretimiz, umudumuz, aşkımız... Hatıralar bile ruhsuz, derinliksiz canlanıyor zihnimizde. Ah, ne küçük, ne bayağı, ne sahte, ne iğrenç bir dünya kurduk kendimize.
Sayfalarını hızlı hızlı çevirdiğimiz kitapları fırlatıp şiir dünyasından arakladığımız bir iki cümleyle başlatıyoruz aşklarımızı, özlemlerimizi, umutlarımızı. Kelimeler arasında atlayarak, zıplayarak, çiğneyerek kaybediyoruz kendimizi, insanlığımızı. O yüzden sevinçlerimiz de hüzünlerimiz de sahte. Koşarak ilerliyoruz. Geriye bakmadan, ileriyi görmeden. Kendimizden uzaklaştıkça küçülüyor ve siyaha bürünüyoruz. Dağların uzaktan göründüğü gibi görüyoruz kendimizi…
Bir ara Smoke/Duman filminden bir sahneyi yazmış olmam lazım. Aynı yere ait dört binden fazla resim çekerek albüm yapan kahramanımız, emeğini dostuna göstermek istiyordu. “Bu inanılmaz bir şey” dedi dostu. “ Hep aynı resimler.” Ve albümü hızla çevirmeye başladı. Tam o esnada; “Yavaşlamalısın” dedi kahramanımız. “Yavaşlamazsan anlayamazsın. Resimlere bakmıyorsun bile çok hızlı geçiyorsun.”