“Umut nedir” diye sordular Aristoteles’e; “Uyanmış bir insanın düşüdür” diye cevapladı. Züleyha’ya da “Dolunay” çıktı dediler. O, “Yusuf mu baktı” diyerek karşılık verdi. Ah Züleyha! Aşkın, umudun, düşün, sabrın, kendinden geçişin, derdin, acının, yalnızlığın, suskunluğun sembolü olan kadın.
Dolunayın ateşiyle yüreği alev alev yanan bir aşıktı Züleyha. Bunu nasıl tarif edebiliriz ki. “Aşkın tanımı yapılamaz. Aşk ancak tadılır. Tadan da aşkın ne olduğunu anlatamaz” diyor ya Şeyh-ül Ekber.
Yusuf; İbrâhim’in torunu, Yâkup peygamberin oğlu… Aynı rüyanın mahsulü... Mahbub, mâşuk, güzelliği derinliğinde saklı olan adam. Babası İsmail’e, Yusuf da babasına anlattı rüyasını. Aynı aşkın imalatı insanlar. Yüzü güzel, yüreği güzel, aşkın, sevginin, acının, kederinin, umudun en nihayetinde vuslatın ete kemiğe büründüğü birer yıldız gibiydi onlar.
“Ey içimdeki yıldızların mütercimi, ölü olmayan kuşlarım benim” diye inliyordu Züleyha. “Ey, Mısır'ın ruhuna mürekkebinin kokusunu uçuran Yusuf'um. Nil'in sularına dökülmüş kandillerin aydınlığı. Konuşan ağacım, konuşan ırmağım benim. Işıklı yağmurum. Gözlerimle gören ey, ey gözleriyle gördüğüm…”
Oscar Wilde, Homeros’u betimlerken onun için; “Ruhu olan, ruhunun gözüyle gören, ezginin gizemini, dizenin sırrını idrak eden, karanlıkta, ışıkla kanatlanıp uçuşan sözlerin sahibi…” diyor ya. Züleyha da artık ruhunun gözleriyle görüyordu Yusuf’u.
Kimse kırmızı gülleri saçına Züleyha gibi takamazdı. Bir gülümsemesi bile Mısır’da “sadaka” olarak görülen bir kadındı o. Ta ki Yusuf’un, gözlerindeki yıldızı görene kadar.