Avrupa’yla ilişkilerimizin tarihsel olarak sorunlu olmadığını kimse iddia edemez. Tarihsel bir bagajı var ilişkilerin. Osmanlı veya Cumhuriyet fark etmeksizin ilişkiler bu bagajdan etkilene geldi. Kısaca söylemek gerekirse yüzyıllar boyu Avrupa, Türkiye’nin merkezinde yer aldığı medeniyeti kendisinin tam zıttı olarak gördü. Bu algı Türkiye’nin eko-politik durumundan bağımsız olarak devam etti. Diğer bir deyişle Osmanlı bakiyesi Türkiye, Avrupa’nın ötekisi olmaya devam etti. Konjonktürel yakınlaşma şovlarını bir kenara bırakırsak Avrupa, Türkiye’yi parantez içerisinde değerlendirme huyundan hiç vazgeçmedi. Son zamanlarda AB ile Türkiye arasındaki gerginliğin sebebi de tam olarak bu.
Türkiye’nin AB standartlarını karşılaması, gelişmesi, büyümesi, refahının artması, demokratikleşmesi AB nezdinde bir ayrıntıdan ibaret. AB’nin herhangi bir kriterde Türkiye’nin yarı seviyesine ulaşamayacak ülkelere kucak açarken, Türkiye’ye soğuk ve hatta düşmanca davranması da bundan. Türkiye’ye denk ve egemen bir aktör olarak değil; terbiye edilecek, ders verilecek bir ülke gibi yaklaşılıyor. Söz konusu Türkiye olunca tüm idealler buharlaşıyor.
Türkiye’de kimliğini doğrudan Avrupa üzerinden tanımlama heveslisi bir çevre var. Bu çevre AB’yi sorgusuz sualsiz bir şekilde Nirvana olarak kabul ediyor. AB’nin Türkiye’ye yönelik hücumlarının içeriğini sorgulama ve niyetine bakma gibi bir alışkanlıkları yok. Brüksel’den, Berlin’den, Viyana’dan veya Paris’ten gelen mesajları Türkiye iç kamuoyunda bir baskı unsuruna dönüştürmekle meşguller. AB ile ilişkilerin bu noktaya nasıl geldiği sorusu bir tarafa, AB bu noktaya nasıl geldi sorusuna karşı sessizler.