Suriye krizi boyunca birçok bölgesel ve uluslararası aktör siyasi müzakere çabası ortaya koydu. Örneğin Türkiye, önce Esed rejimiyle doğrudan konuşma, ardından Arap Ligi nezdindeki girişimleri ve bu girişimlerin sonuçsuz kalmasıyla krizin BM’ye taşınmasıyla siyasi müzakere alanında inisiyatif alan aktörlerin başında geldi. Cenevre ve Paris toplantıları ile uluslararası toplum Suriye krizine siyasi bir çözüm yolu ararken, mezkur toplantılar çözüm üretmek bir yana belki de yarattığı umutsuzlukla çatışmaları daha da alevlendirdi. Son olarak Viyana toplantısından bir siyasi çözüm çıkarmayı deneyen uluslararası toplum, sorunu önceki toplantıların sonuç bildirgelerinden geriye taşıdı ama ileriye taşıyamadı.
Tüm çabaları başarısız olan uluslararası toplum Filistin-İsrail
meselesinde olduğu gibi ‘barış sürecinin’ barışına değil sürecine
yatırım yapan bir performans ortaya koydu. İlginçtir ki bir akil
aktör çıkıp da ‘neden başarısız oluyoruz?’ sorusuna samimiyetle
cevap arama gerekliliği duymadı. Cevap arayan da teşhisi yanlış
koydu, doğal olarak yine yanlış sonuca vardı.
Önce teşhisi doğru koyalım:
Şimdiye kadarki siyasi çözüm çabalarının en büyük hatası, müzakere
masasına muhalefetin rejimin karşısında dezavantajlı bir şekilde
oturtulmasıdır. Masaya, arkasında İran ve Rusya’nın diplomatik,
sahada bu aktörlerin ordularıyla birlikte Hizbullah ve yabancı
terörist savaşçıların koşulsuz askeri desteği ile giden Esed
rejimi, ‘tok satıcı’ misali şartlarını dayattı. Muhalefet de ‘biz
bu şartları kabul edebilseydik zaten devrim zahmetine girmezdik’
dedi.