Bugün 30 Ağustos Zaferi’nin 96’ncı yıldönümü.
Bu vesile ile şu gerçeği bir kez daha hatırlatmayı yurtseverliğin
gereği olarak görüyorum.
Ülkemiz öylesine kritik süreçlerden geçiyor ki, bizi
yönetenler başta olmak üzere herkesin her şeyimizi borçlu olduğumuz
bu eşsiz zaferin hangi koşullarda ve nasıl kazanıldığını unutmaması
ve günümüzdeki emperyalist sarmaldan çıkışın tek yolunun
Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine sıkı sıkıya sarılmaktan geçtiğini
bilmesi gerekiyor…
Zira “Kuruluş”, kurtuluşun nasıl
olacağını anlatıyor.
★★★
“Bütün günümüz adeta merak sancısı içinde geçti. Yalnız yemekten
değil, düşünmekten de kesilmiştik. Zırhlıları, tümenleri ve
alayları ile Birinci Dünya Harbi düşmanlarının zaferi, hâlâ
İstanbul’un surlarında ve sokaklarında idi. Bir tek umut,
bir avuç askerde ve Mustafa Kemal denen isimde idi.
Kapkara perdenin arkasında yalnız onların yaklaşıp uzaklaşan
hayaletlerini sezinliyorduk.
Nihayet Rumca gazetelerde ilk rivayetler çıktı. Biz,
taarruza geçmiştik ve başımızı Yunan Ordusu’nun çelik kayasına boş
yere çarpıp duruyorduk.
Türk Ordusu’nun bir taarruz
savaşına giremeyeceği fikri, bizim kuşağımız için değişmez
gerçeklerden biri idi. Ordumuzun kahramanlığına bel
bağlardık, fakat onun ancak dayanma mucizeleri verebileceğini
sanırdık. Onun son destanları 1877 Harbi’nde
Plevne,1912 Harbi’nde Edirne, sonra da Çanakkale idi.
Rumca gazetelerin haberi ile merakımız biraz azalsa bile, kaygımız
ateş gibi yanıyordu.
Zaman geçtikçe umutsuzluğumuz arttı. Havadis duyurmakta Beyoğlu
gazeteleri ile yarış eden ve üst üste kasabalar alındığı
rivayetlerini uyduran bir Türkçe sürüm gazetesine kızıyorduk.
– Taarruz çökmüş olsa, bir tebliğ verirlerdi. Durduk mu,
geriledik mi? Ah, hiç olmazsa bir iki kasaba alsak da öyle
dursak…
Bir iki kasaba alıp durmayı nimet saymaya
başlamıştık. Az da olsa bir başarıyı, halk güvenini arttırma
yolunda kullanmak kolaydır. Bu, bir edebiyat işidir. Fakat ya
hiçbir şey yapamadıksa, ya geriledikse?
Mustafa Kemal’e kızanlar ağızlarını açmışlardı bile…