Londra’da bir akşam eve dönerken, belirli bir yere kadar metroyu kullandım, sonra otobüse bindim. Bir sonraki durakta şık giyimli, konuşurken sözcüklerin hakkını vererek telaffuz eden, her haliyle iyi eğitim aldığı belli bir kadın, selam vererek yanıma oturdu. Ben de kendisine iyi yolculuklar diledim. Aksanımdan merak etmiş olmalı ki, nereli olduğumu sordu. Ben de, ‘Hani dünyanın en uzun savaşlarından biri olan ve emperyalist ülkelerin tek bir devleti yok etmek amacıyla aralıksız ve amansızca saldırdığı, adına da “The War of Gallipoli-Çanakkale Savaşı” denilen, tarihin akışının değiştiren destanın yazıldığı topraklardan, Türkiye’den geldiğimi söyledim.
★★★
Sözümü daha bitirmeden yüzüme hayranlıkla bakmaya başladı.
‘Evet, çok iyi biliyorum benim dedem de orada yatıyor. Her sene tarihi yarımadaya gider, mezarını ziyaret edip çiçek koyarım. Yaklaşık 500 bin Britanyalı, Yeni Zelandalı, Avustralyalı ve Fransız askerin hayatlarını bir hiç uğruna verdiği, sonu hüsranla biten bir savaş’ dedi.
‘Peki yenseydiniz sonu yine hüsranla biter miydi acaba’ diye sordum.
‘Beyefendi’ dedi, “Bizim oralarda ne işimiz vardı hâlâ merak...