…Bütün günümüz adeta merak sancısı içinde geçti. Yalnız yemekten
değil, düşünmekten de kesilmiştik. Zırhlıları, tümenleri ve
alayları ile Birinci Dünya Harbi düşmanlarının zaferi, hala
İstanbul’un surlarında ve sokaklarında idi. Bir tek
umut, bir avuç askerde ve Mustafa Kemal denen isimde
idi. Kapkara perdenin arkasında yalnız onların
yaklaşıp uzaklaşan hayaletlerini sezinliyorduk.
Nihayet Rumca gazetelerde ilk rivayetler çıktı. Biz,
taarruza geçmiştik ve başımızı Yunan Ordusu’nun çelik kayasına boş
yere çarpıp duruyorduk.
Türk Ordusu’nun bir taarruz savaşına giremeyeceği fikri, bizim
kuşağımız için değişmez gerçeklerden biri
idi. Ordumuzun kahramanlığına bel bağlardık, fakat
onun ancak dayanma mucizeleri verebileceğini
sanırdık. Onun son destanları 1877
Harbi’nde Plevne,1912 Harbi’nde Edirne, sonra da Çanakkale
idi. Rumca gazetelerin haberi ile merakımız biraz
azalsa bile, kaygımız ateş gibi yanıyordu.
Zaman geçtikçe umutsuzluğumuz arttı. Havadis duyurmakta Beyoğlu
gazeteleri ile yarış eden ve üst üste kasabalar alındığı
rivayetlerini uyduran bir Türkçe sürüm gazetesine kızıyorduk.
- Taarruz çökmüş olsa, bir tebliğ verirlerdi. Durduk mu,
geriledik mi? Ah, hiç olmazsa bir iki kasaba alsak da öyle
dursak…
Bir iki kasaba alıp durmayı nimet saymaya başlamıştık. Az da olsa
bir başarıyı, halk güvenini arttırma yolunda kullanmak kolaydır.
Bu, bir edebiyat işidir. Fakat ya hiçbir şey yapamadıksa, ya
geriledikse?
Mustafa Kemal’e kızanlar ağızlarını açmışlardı bile…