Ama bunun nasıl olacağı sır. Siyasetçisinden oda başkanına
herkes faiz düşsün istiyor; ama kimse bunun için kamunun
tasarrufunu artırma, enflasyonu düşürme, hukuku tesis edip ülkeye
uzun vadeli kaynak girişi sağlanması gereğinden bahsetmiyor.
Bankalar kamunun kredi garantisi şemsiyesi altında, altı ayda yüzde
15’e yakın kredi genişlemesi yapıp, aynı miktarda TL mevduat
sağlayamadıklarından; mevduat faizi de kredi faizi de yükseliyor.
Açık dışarıdan yapılan kısa vadeli döviz-TL swapları ile
kapatılıyor. Bu da, dışarıdaki bankaların kredi memurlarının ülke
riski ‘makasına’ bağlı.
İşte bu yüzden; faiz konusundaki yapılan çıkışlar giderek ilginç
hale geldi. Son 10 yılda Gayri Safi Milli Hasıla’nın yüzde 40’ı
kadar kredi büyümesi yapan Türkiye özel kesimi için geri ödeme
çanları çalıyor.
Türkiye, bu kadar rekor yüksek bir kredi artışında, gelişen ülkeler
içinde Çin’den sonra ikinci sırada geliyor. Hep söylenen risk
kapımızda; yüksek bir borç geri ödeme servisi ile görece düşük
hasılat (ekonomik büyüme) özel kesime yokuş etkisi yaratıyor. İlk
şikayet hemen faiz oranı. Ama genel faiz seviyesinden şikayet eden
iş kesiminin temsilcileri ise enflasyonun seviyesinden hiç
konuşmuyorlar.
İSO-500 açıklandığında, Başkan Erdal Bahçıvan şöyle diyordu:
“Borçluluk oranları, 65-35 bandında olan dünya ortalamasına yakın
olmakla birlikte bu göstergenin verdiği bir önemli mesaj da şudur:
Sanayi kuruluşlarının büyük zahmetlerle ve adeta damla damla
topladıkları karlarının önemli bir bölümünün finansman giderlerine
gitmesinden dolayı iç kaynaklarını büyümede kullanamamaktadırlar.”
Bu şekilde ifade edildiğinde çoğumuzun aklına faiz geliyor değil
mi?
İSO-500 şirketlerinin; 2016’da faiz, amortisman ve vergi öncesi
karları toplam 76.1 milyar iken dönem karı 37.7 milyar TL olmuş.
Başkan Bahçıvan’ın işaret ettiği yer bu. Böyle sunulunca kötü
görünüyor değil mi?
Oysa bu verileri toplayan bir araştırmacıdan elde ettiğim ayrıntılı
ISO 500 verilerine göre; İSO 500 şirketlerinin toplam faiz
giderlerinin toplam borçlarına oranı 2016’da yüzde 2.9 olmuş. Ya da
toplam faiz giderlerinin toplam net satışlara oranına bakılırsa
2016’da yüzde 2.2 olmuş. Bir taraftan “kazancımızın yarısı
finansmana gidiyor” denilirken, ödenen faizlerin toplam borçlara
oranının yüzde 3’ü geçmiyor olması çelişki değil mi? Ya o borçlarla
varlıklar büyütülmüşse?
İçinde enflasyon kelimesi bile geçmeyen konuşmalar yapan özel kesim
temsilcileri faizden şikayet etmeyi, hatta bunu da orantısız
biçimde dillendirmekten vazgeçmedikleri ve sorunların özüne işaret
etmedikleri sürece yol alınamaz.
Ülkenin ekonomik kırılganlıkları, kronik sorunlarından, temel
nedenlerden bahsetmeyen kimi odalar, sonuçlardan şikayet ediyorlar.
Siyasetçilere “şu enflasyonu çözün artık” denilemiyor; ama kur
artışları ve bozulan fiyatlama davranışı sonucu yükselen enflasyona
bağlı olarak artan faizler için bankalar “sorumluluk bilinci
eşliğinde” davranmaya çağırılıyor.
Diğer taraftan faizlerin yükselme nedenlerinden biri Hazine’nin
nakit açığının büyümesi; bunun da bir nedeni de ertelenen sosyal
güvenlik primleri. Hazine nakit açığı ise borçlanmanın kabaca yüzde
50 artırılmasıyla kapatılıyor. Faiz yükseliyor. Sonra hem
siyasetçiler, hem de oda başkanları faizlerden şikayet
ediyorlar.
BIS verilerine göre, Türkiye’de finans dışı özel kesimin (şirketler
ve hane halkı) borç servisi oranı yüzde 14’e ulaşmış durumda. Bu
son 15 yılın en yüksek seviyesi. Özel kesimin, yükselen enflasyon
ve Hazine borçlanması veri iken bunun yapay biçimde aşağı
düşürülmesini talep etmesi yeni krizleri getirir.
Talep edilmesi gereken enflasyonun düşürülmesi ve bu borç servisini
yapılabilir kılacak sürdürülebilir yüksek bir ekonomik büyümedir.
Bunun da; yapay zorlama faiz indirimleriyle, seçime dönük hedefleri
olan ekonomi politikasıyla, kutuplaşmış bir siyasi ortamda, hukukun
askıda olduğu OHAL ortamında sağlanması zor. Ama unutmayalım; son
10 yılda alınan borçlar, faizi ne olursa olsun vadesi geldikçe
ödenecek.