12 Eylül öncesinin en fırtınalı, en kanlı, en çalkantılı
günleriydi…
Gazeteler artık toplu kıyımları kaçırılıp infaz edilen, sokak
ortasında öldürülen insanların sayısını bir arada vermeye
başlamıştı:
-İstanbul’da 5, İzmir’de 4, Sivas’ta 3, Diyarbakır’da 6 toplam 18
kişi can verdi…
Nasıl büyük bir tuzağa çekildiğimizi, nasıl bir cendereye
alındığımızı, başımıza nasıl bir büyük çorap örüldüğünü hissediyor
ama tam olarak göremiyor, bilemiyorduk; ancak öğrenmemize ve
karanlık yıllarla buluşmamıza çok az bir zaman kalmıştı…
Ben ise sözleşmeli çalıştığım Anadolu Ajansı’ndan Gazeteciler
Sendikası’na üye olduğum için bizzat Genel Müdür Atilla Onuk’un
talimatıyla kovulmuştum!.. Henüz bir yıllık üniversite
öğrencisiydim ama üç yıllık deneyimli bir muhabirdim. Yana yana iş
arıyordum ancak o zamanların Ankara’sında iktidarın gözdesi bir
genel müdürün kovduğu genç bir muhabire iş vermek de pek o kadar
kolay değildi!..
Sonunda, eş, dost, arkadaş derken zamanın en çok satan
gazetelerinden Günaydın’ın Ankara Temsilcisinden zor bela bir
randevu koparmayı başarmıştım. Randevuya saatler olmasına karşın
sabahın köründe kalkmış, hazırlanmış, gazetenin bulunduğu Rüzgarlı
Sokak’ta bir kahvehaneye tünemiş, yüreğim ağzımda zamanın gelmesini
beklemiştim… Yüreğim ağzımda diyorum; çünkü Günaydın’ın Ankara
Temsilcisi için “çok serttir”, “gözünün yaşına bakmaz, kovar”
diyordu gazeteci arkadaşlarım…
-Tam saatinde, deyim yerindeyse kurbanlık koyun misali temsilcinin
kapısını çaldım!
Günaydın’ın Ankara temsilcisi Bekir Coşkun, masasının ardından
beni önce yukarıdan aşağıya, sonra da aşağıdan yukarı şöyle bir
süzdü…
O tarihten yaklaşık 20 yıl sonra “Cumhurun Trajedisi-Karşı Devrimin
Kısa Tarihi” kitabıma önsöz yazan sevgili ağabeyim, o günü şöyle
anlatmıştı:
-Ümit Zileli’yi o masanın arkasında görmüştüm. Renkli gözleri cıvıl
cıvıldı. Ben hiç “ilk bakışta aşk” yaşamadım ama bu “ilk bakışta
dost” edinmekti. Ve aklımdan geçen ilk şeydi: “Bu çocuğu
kov!..”
Kovmadı! Ancak yıllar sonra bana söylediğine, önsözde de yazdığına
göre şöyle düşünmüştü:
-Öbür medyaya göre daha iyi ücret alan, daha çok olanakları olan,
daha göz önünde gazetecilerdik. Ama yine de perişandık… Gidip başka
iş yapsın, bu güzel mesleği uzaktan sevsin, içine girip ona
kızmasın” demiştim. O ise beni sevmiş, beni “ağabey” seçmeye karar
vermiş, belki de “kovulmamak” için dua etmişti…
Tam da öyle oldu! Yaşamımın en önemli “ağabeyi” oldu Bekir Abi!
Birlikte çalıştığım süreç, gazetecilik yaşamımın en güzel, en
verimli zamanları oldu… Yıllar sonra Cumhuriyet gazetesinde
buluştuğumuz da, sevinçten uçmuş, aynı yerde köşe paylaştığım için
gurur duymuştum… Ancak kıymeti bilinemedi!.. Yıllar sonra bir kez
daha bir araya geldik:
-Artık Sözcü Grubu çatısı altında, yine birlikte, yine “savaşın” ön
saflarındaydık!..
Sonra bir gün Bekir Abi izin aldı…
Üç, gün, beş gün, on beş gün… Aradım, hastaydı… Ağrıları vardı,
kendi deyişiyle gitmedik profesör kalmamıştı ama teşhis
koyamıyorlardı; sol tarafında yüzünden sırtına doğru uzanan bir
Allah’ın belası ağrının nedenini bir türlü bulamıyorlardı..
Geceleri uyuyamıyor, şiddetli ağrılara dayanabilmek için ağrı
kesici haplar alıyordu…
Sonunda teşhis konuldu: can arkadaşı Emin Çölaşan’ın deyimiyle
akciğerde ufak bir sorun… Ve tam 45 günlük aradan sonra Bekir Abim
köşesine döndü ve beni (eminim yüzbinleri de) gözyaşlarına boğan
bir yazı yazdı…
-Yazısında “bu geceler niye böyle uzun…” diye sorduğunu
anlattı…
“Biraz daha zaman bana” dedi… “Sol yanım feda olsun” dedi…
“Uygarlığımızı kurtarmak isterken aranızda olmak isterim sadece”
dedi… Sonra da tek istediği şeyi yazdı:
-Tek istediğim o sıcak eliniz… Nerede olsa tanırım…
Yıllar önce yazdığım “Kayıp Hayatlar” başlıklı yazımda, şu kısacık
hayatı yaşayanlarla ilgili şu tarifi yapmıştım:
-Hayat herkes için başlar ve biter… Aradaki boşluğu her insan kendi
çapına, tıynetine göre doldurur… Kimi, insanlık tarihine bir çentik
atarak, ışıl ışıl gider… Kimi ise “Kayıp bir hayat” olarak gider…
Hayat, yalnızca tanıktır!..
Dünyanın en güzel, en haysiyetli, en karakterli, en devrimci Abisi
Bekir Coşkun, bu hayatı ışıl ışıl yaşadı, yaşıyor, yaşayacak… Bize
umut veren, öğüt veren, icabında kulağımızı çeken, o “savaşçı”
yazılarından daha binlerce, on binlerce yazacak…
Siz bu yazıyı okurken o belki de ameliyat masasında olacak…Onu
sağlığına kavuşturmak için kendi hayatlarından seve seve vermeye
hazır cerrahların şevkatli ellerinde olacak…
Sevgili Bekir Abim, ellerim, beynim, kalbim hemen yanı başında…
Biliyorum ki milyonların o sıcacık yürekleri de hemen yanı başında
senin için, bir an önce sağlığına kavuşman için atıyor… Milyonlar
senin için dua ediyor…
-İlk yazın ne zaman?..