Rüya gibi bir şeydi…
Sevdiklerimle, dostlarımla, yeni tanıdığım ama uzun yıllardır sıkı
fıkı olduğumu düşündüğüm güzel insanlarla bir aradaydım… Kuzey
Ege’nin, Ayvalık’ın insanın nefesini kesen, anında dirilten serin
sularında kulaç atmanın keyfini yaşadım… Sinir katsayımın her geçen
an biraz daha aşağıya doğru seyrettiğini, sonunda sıfıra
yaklaştığını bile gözlemledim!..
En güzel sohbetler (siyaset dahil!), en ipe sapa gelmez fıkralar,
efsane Gırgır’ın deli mucidi İrfan
Sayar’a taş çıkartacak buluşlar, bitmek tükenmek bilmeyen
kahkahalar…
-Bambaşka bir evrende, bir düşler
ülkesindeydim!..
Hele gün batımları bir başka ritüeldi…
Oralarda ağustos sonunda güneş saat 19.15 sularında kızarmaya
başlar, inanılmaz bir kırmızıya dönüşür, alçalır, dakikalarca asılı
kalır, bir dakika içinde de batar… Güneşi kumsalda ellerimizde
kadehlerle uğurlamak gelenek halini almıştı… Ancak birisi vardı ki,
güneşle en yakın, en sıcak, en hüzünlü ve de en keyifli vedalaşmayı
o yapıyordu… Her akşam güneşin batmasına dakikalar kala küçücük
kayığı ile sessizce tam karşısına geliyor, bekliyor, o koca kızıl
top gittikten sonra da gidiyordu… Eminim o sırada o da kadehiyle
uğurluyordu güneşi… Aramızda bir sıfat bile yakıştırmıştık yüzünü
bile görmediğimiz güneş dostuna:
-Düş balıkçısı!..
Epeydir göz ucuyla izlediğim haberleri önüme koydum, son iki haftada neler olmuş diye gözden geçirdim; yüreğim burkuldu! Doğru dürüst yönetilen bir ülkede uzun yıllar içinde gerçekleşemeyecek olaylar bu güzelim ve kahredici ülkede on beş güne sığıvermişti!
Hangi birinden söz etsem; Türkiye’de tarım ve hayvancılığı sefalete mahkum edip yok olmanın eşiğine getiren, dünyanın dört bir yanından ne idüğü belirsiz, hastalıklı büyük, küçük kesimlik hayvan ya da et ithal eden en büyük Türk b...