Küçücük bir çocuktum, Ankara’da yatılı okulda okuyordum…
Bir gün, okulun hemen yanındaki apartmandan gelen çığlıklar üzerine
pencereye üşüştüğümüzü anımsıyorum… Ağlaşmalar, feryatlar arasında
polis ve ambulans gelmiş, bir süre sonra da üzeri beyaz örtüyle
kapatılmış bir sedye çıkarılmıştı apartmandan, ardında gözyaşları
içinde bir yaşlı kadın, gencecik bir kız bir de heykel misali yaşlı
bir adam vardı… Polis, iki kadının, kendilerini parçalarcasına
sedyeye ulaşmasına mani olmaya çalışıyordu… bu görüntüler hepimizin
hafızasına çakılmış kalmıştı…
Ertesi gün öğrendik; apartmandaki ailelerden birinin üniversiteye
hazırlanan oğlu intihar etmişti!.. İntihar sözcüğünden bile haberi
olmayan bizler önce hiçbir şey anlamamıştık, ancak kısa sürede
öğrenecektik:
-İntihar, ölüm demekti!..
Ölüme çok uzak olan çocuklar arasında “intihar” sürekli konuşulan
bir konu haline gelmişti artık; “acaba niçin ölümü
seçmişti?”, “baba dayağı mıydı? “aşk acısı mıydı yoksa?”
Bu sonuncusunu büyük sınıflardan öğrenmiştik, ancak “aşk
acısının” ne olduğunu çözmemiz de bir hayli zamanımızı
almıştı!..
-Bu trajik intihar hiç aklımdan çıkmadı…
Sonraları, özellikle gazeteciliğe başladıktan sonra “intihar”
mevzusuyla pek çok kez yüz yüze geldim; köprüden atlayanlar, yüksek
apartmanlardan boşluğa savrulanlar, avuçla ilaç içenler, cinnet
geçirip silaha davrananlar, havagazı ya da egzoz gazına sığınanlar,
birkaç metrelik urganla yaşamına son verenler…
-Yine de ülke geneline bakıldığında intihar çok tercih
edilen bir ölüm şekli değildi…
Dünyanın bu en zengin ülkelerindeki sayısı bol intihar vakalarına çok şaşırır, bir türlü nedenini anlayamazdık. Sorup, soruşturduğumuzda karşımıza “can sıkıntısı”, “havanın kışın sürekli karanlık, y...