12 Eylül Karşıdevriminin en karanlık günleriydi…
Aldığımız her solukta askeri cuntanın, ihbar mekanizmasının,
uygulanan faşist baskıların ağırlığını hissediyorduk… Yurdun dört
bir yanından gözaltı, tutuklama, işkence haberleri adeta yağmur
misali yağıyordu!..
O zaman medya yoktu… Devletin televizyonu TRT kelimenin tam
anlamıyla “Cunta Borazanı” görevi yapıyor,
direnmeye çalışan televizyoncular kapının önüne konuyordu… Basın
deseniz tam bir kıskaç altındaydı. Gazeteler en ufak bir haberde
kapatılıyor, gazeteciler çeşitli gerekçelerle hapse mahkum
ediliyor, içeri atılıyordu!.. Gazetelerin “meyhane baskısı”
dediğimiz taşra baskılarında cuntanın hoşuna gitmeyebilecek en ufak
bir haber bile örneğin bir başçavuşun telefonu ile çıkarılıyordu!..
Siyasi partiler kapatılmış, liderler ve önemli politikacılar o
zamanın deyimiyle Zincirbozan’da ya da Ankara’da misafir edilmiş,
bir kısmı ise düpedüz hapse tıkılmıştı!.. Yargılamalar esnasında ya
da savunma avukatlarından öğrendiklerimiz ise inanılması pek zor,
insanı dehşete düşüren, vicdan kanatan işkence hikayeleriydi!..
–Diyarbakır Cezaevi’nin yıldızı tam da bu süreçte
parladı!..
Diyarbakır Cezaevi, 12 Eylül Karşıdevriminin aynası olarak sivrildi!.. O süreçte kulaktan kulağa fısıldanan sonrasında bizzat mağdurları tarafından açık açık anlatılan cezaevi işkencelerinin bir de başkahramanı vardı:
-Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran!..
Gerçekten de soyadına yaraşır bir askeri cezaevi komutanı olduğu söylenirdi… O hapishaneden yüzlerce, binlerce kişi geçmişti; bakanlar, milletvekilleri, siyasi parti mensupları, yazarlar, şairler, sıradan insanlar, muhalifler, sol örgüt sempatizanı gençler, aklınıza kim gelirse yapılanlara tanık olmuştu… Örneğin eski Mardin milletvekili Nurettin Yılmaz