Krallar gibi yaşıyorlardı…
Astıkları astık, kestikleri kestikti… En az dört korumayla geziyor,
lütfedip medyanın karşısına geçtiklerinde aynı tip, kapkara
gözlükler takıyorlardı…
İtibarları o kadar yüksekti ki, zamanın Başbakanı bile üstlerine
titriyor, “Zırhlı Başbakanlık Mercedes’ini” dahi
içlerinde “en gözü kara” olana tahsis ediyor,
yetinmiyor o tarihe kazınan cümlesiyle destek veriyordu:
–Ben de bu davanın savcısıyım!..
Elhak,
işlerini gayet iyi becerip, kendilerine güvenenleri mahcup
etmediler… Yaptıklarının ne kadar sahte, ne denli yalan, nasıl da
alçakça bir kumpas olduğu yüzlerce belge, onlarca
“bilirkişi raporu” ile ortaya çıkmasına karşın,
tınmadılar bile… Kilitlendikleri “orduyu çökertme, sesini
çıkarabilecek aydınları, gazetecileri içeri tıkma, diğerlerine
gözdağı verme” hedefine gözlerini kırpmadan
ilerlediler…
Özel yetkili savcılar, hakimler, özel seçilmiş ve kilit noktalara
yerleştirilmiş polis şefleri, “al gülüm-ver gülüm”
metoduyla istedikleri herkesi, hem de yeri geldiğinde yüzlercesini
toplu halde tutuklayıp, “Silivri Toplama
Kampı’na!” tıktılar…
Adına, “gazeteci”, “yazar” denilen haysiyetsiz
mahluklar da, karanlık kuytularda elden aldıkları
“kopyala-yapıştır” düzmece belgelerle yüzlerce
insanın haysiyet cellatlığına soyundular… Hiç utanıp sıkılmadan
“camileri bombalayacaklardı”, “çocukları havaya
uçuracaklardı” manşetleri döşediler… Ellerinde,
“içi doldurulmuş” bavullarla medyanın önüne çıkıp
poz bile verdiler…
Bunların zulümleri altında, olanları onuruna yediremeyen şerefli
Türk subayları intihar etti. Bunların topunu cebinden çıkaracak
haysiyetli insanlar, kanser olup, kalp krizi geçirip öldü. Ülkenin
yüz akı yurtseverler beş yıl, altı yıl, yedi yıl zind...