Gözleri gözlerimize kilitlenmişti…
Hayır, hayır, adeta çakılmıştı… Bize, bizim içimizden çıkmış,
bir zamanlar arkadaşımız, dostumuz olmuş, içimizden, yüreğimizi
koparırcasına istifa etmiş, ihanet etmiş, hainlerimizi
anlatıyordu:
-Sizinle galiba arkadaş filandık/ Işıklı günlerinde
gençliğimizin./ Hayalleriyle kanatlanırdık/ gelecek, güzel
Türkiye’nin./ Fakat nasıl da değiştiniz birden/ Arınıp bütün o
düşlerden/ Buzlu sularında bencilliğin/ NE ÇOK
HAİN.
Anlattığı geçmişimizdi… Gençliğin ateşinde yanıp
yolda düşenlerdi… Gücün şehvetine esir olanların, zalime uşak
olanların, üç kuruşa geçmişini satanların ve hala fırsatını
buldukça o geçmişe sarılanların hazin ve bir o kadar iç bulandıran
hikayesiydi:
-Zaman geçer, devran döner/ Yıkılır sarayı, zindanı
zalimin/ Efendi uşağını terk eder/ Gereği kalmayınca hizmetin/ Hele
azıcık da diklendiniz mi/ Yersiniz kaçınılmaz tekmeyi/ Hadi,
sıkıysa diklenin/ NE ÇOK HAİN.
Ve sahnedeki büyük adam,
tarihin tekerrüründen söz ediyordu; hainin kullanıldıktan sonra
tarihin çöplüğüne bir kirli mendil gibi atılacağını gayet yalın bir
şekilde anlatıyordu:
-Kimliksiz, omurgasızlar/ Hedefisiniz şimdi lanetin./ ne
hizmetinde olduğunuz iktidar/ Ne sahte parıltısı şöhretin/
Kurtaramayacak sizi bu lanetten,/ Halkın içinde yükselen
nefretten,/ Artık hiç değilse susmayı deneyin/ NE ÇOK
HAİN.
Bu hainlere “bari susun” diye seslenen dev
sanatçı, Genco Erkal’dı!
Sonra sahnedeki koca perdede yüreğimize seslenen soruları, o sorulara çok yakışan görüntüler eşliğinde izledik, soruyordu hayatın haysiyetli, vicdanlı yüzü:
-Karanlığın aydınlıkla savaşında/ Karanlıktan yana değilsen eğer/ Neresi olmalı bulunduğun yer?
-Akıl sinmişken aptallık karşısında/ Aptallıktan yana değilsen eğer/ Neresi olmalı bulunduğun yer?