Ama öyle olmuyor.
Çünkü önce düğün sahibine, sonra katillere, derken cenazeye, tabii esas kendi pozisyonumuza bakıyoruz.
“Toz konduramadıklarımız” var; “ölüme müstahak” saydıklarımız da.
Şimdi cümleleri “biz”li kuruyorum ama tabii ki “hepimiz” o “biz” değiliz.
Vicdanı, yüreği, sesi, öfkesi tüm mağdurlar, tüm mazlumlar, tüm ölü çocuklar için ayakta olanlar da var; ayıklaya ayıklaya, mazlumdan mazlum, zalimden zalim ayıran da.
Uzun bir dönem, ki hâlâ öyle, “Sivas Katliamı”nı kınayana, “Başbağlar’ı da kınasan ya” denirdi.
Bu yanlış değil.
Nitekim bir kısmımız her ikisini de ayırmamayı öğrendi. Yahut içinden zaten öyle geliyordu.
Lakin “Başbağlar’ı da kınasana” diyenlerin ciddi bölümünün Sivas’ı, Maraş’ı, Çorum’u kınadığını asla duymadık!
Sivas’ı kınayıp Başbağlar’ı aklına getirmeyen de çoktu elbet!
***
Öyle kadim, öyle vahşi, öyle merhametsiz bir yarılmamız var ki...
Türk çocukları, Kürt çocukları, Sünni ya da Alevi çocukları, Suriyeli çocuklar, işte kim olursa olsun, kimden olursa olsun, o uçuruma fırlatıyoruz.
Sur’daki çocukların, polis merkezinden çocukların cenazesini yeni kaldırmıştık ki...
Deprem, yangın gibi “doğal” felaketler ile tarihin eski kıyamları, kırımları dışında, galiba bu toprakların “En Büyük Çocuk Katliamı” Gaziantep’teki düğünden paramparça cenazelerden müteşekkil kaderimize yazıldı.
“Alınyazısı” sayabilirsiniz; ben daha ziyade “alnımızda hep kalacak kanlı yazı” manasını tercih ettim.
Çocuk canlı bombanın kendini ve onca çocuğu paramparça cansız koyan katliamı!
***