Temel sorular elbette “darbeci şiddet”e dair.
Ama bir de “darbeci nefret” var. Şiddetin ardında harekete geçen o.
Sadece siyasi nefret ve hedefle kalmıyor; derin kültürel, sosyolojik bir nefret olarak da kumaşlarımızda tezahür ediyor.
Bazen böyle cemaatle, bazen milliyetçilikle, bazen cumhuriyetçilikle, bazen dinle mezheple, bazen gelenekle, bazen tarihle, efsanelerle, ezberlerle, bazen etnik düşmanlıklarla harmanlanıyor.
Bütün bunları “beyin yıkamakla” açıklayamayız.
Çoğu yoksul hanelerden çıkmış insanların kendi halkından nefretini sadece robotlaşmakla izah edip çözemeyiz.
Bunu arızî sayarak, askerî-sivil “milli” eğitim ve “talim terbiye”nin, hiyerarşilerin, buyruk-kuyruk sistemlerinin, siyasi parti-sivil toplum örgütü dediklerimizin dahi sivillikten, demokratik kültürden uzaklığının hayati rolünü görmeden arazi olursak da hiçbir şey anlamayız!
***
Karşımızda bir dizi komutan ve askerden biri daha.
“Siviller”i bir “cafe”de rehin tutarken, dili vasıtasıyla içinden, rütbesinden,üniformasından, kültüründen, inancından, kibrinden, nefretinden dökülenler “kayıtla” ortaya saçıldı.
Kendisinin özelliği, “dünyanın incisi”ndeki kadim askeri okulun “Albay” komutanı olması.
Bakın, çoluk çocuk silahla alıkoyduğu 60 sivile, “halk”a nasıl hitap ediyor; az ötede “halktan birilerini indirenler”le nasıl seviniyor:
“İt sürüsü dağıldı mı?.. Direnen kalabalık var. Doğrudan ateş edilsin.
(Ağlayan ve konuşanlara) Bak ağzını burnunu dağıtacağım. Susmasını bilmeyen adama ne yapıldığını göreceksin. Ya ne kadar sabırsız bir toplum olduk, ne kadar Allahsız kitapsız bir toplum olduk biz ya. Ne kadar samimiyetsiz, ne kadar duygusuz, ne kadar hissiz, ne kadar ruhsuz bir toplum olduk biz. Allah için bir silkelenin, Ecdad için bir silkelenin…
(Silah sesleri gelince) Gebere gebere gidecek it sürüsü… (Halktan birisini vuran asker için) Ona söyle, alnından öpüyorum.
Hiç, hiç acımasınlar komutanım. Allah’a emanet olun.
(İçeridekilere) Herkesin ortasında seni gebertmeyeyim, aşağılık herifler.
Affetmek yok, hiçbirine af yok.”