Çok uzağa gitmeye gerek yok, daha seksenli yıllarda her hangi bir kalkınma formunda veya benzeri uluslararası zeminlerde Asya’nın yükselişinden bahsetmeye kalksaydınız yüzünüze tuhaf tuhaf bakarlardı, çünkü ikinci savaştan sonra bağımsızlıklarını kazanan birçok yeni devletin önünde duran en büyük sorun ‘azgelişmişlikti’.
‘Soğuk Savaş’ sürecinin yarı resmi söylemine göre, bu ülkelerin önünde iki yol bulunmaktaydı. Birincisi Batı sisteminin piyasa ekonomisi yoluydu ki, başta ABD olmak üzere Batılı sanayileşmiş ülkelerin ekonomisine bütün kapıları açmak, onlarla işbirliği yapmaktan başka çare olmadığı ileri sürülmekteydi. Batı bir anlamda azgelişmiş bütün ülkeleri ve özellikle de Asya’yı vesayet altına almak için ‘piyasa’, ‘hür teşebbüs’ kavramlarını öne sürerek, kendi politikalarına tabi olmuş bir dünya yaratmanın derdindeydi. İkincisi; dönemin Sovyetler Birliği hegemonyasındaki sosyalist blok tarafından temsil edilen yoldu; onlara göre sosyalizm nerdeyse ‘bir kalkı