Meclis başkanlığı seçimlerinden önce yazılıp çizilenlerle, sonrasında yazılanlara bakınca “Türkiye’nin sol ve devletçi faşizan geleneğinin, aynı çizgide, aynı tutarsızlıkta nasıl bir araya geldiğine şaşmamak lazımdır.” Önce aynı blokta yer alıyoruz sanısıyla övgüler dizdikleri, sonra arsızca saldırdıkları MHP’yle ilgili tavırdan bahsediyorum. Bu saldırının bu öfkenin kaynağı nedir?
Seçim sonuçlarına bakıp önce buradan %60’lık bir blok oluştuğunu söylediler, bu mümkün mü? Elbette mümkündür ve Türk siyasi tarihinde bu farklılaşmanın, %70-30 ila %60-40 arasında bir aralıkta neredeyse yapısal hale geldiğini görmek şaşırtıcı sayılmamalıdır. Menderes’in Demokrat Partisi, Demirel’in Adalet Partisi, Erbakan Hoca’nın, Başbuğ Türkeş’in siyasette temsil ettiği çizgi hep aynı blok içinde yer alır. ANAP’la Özal, AK Parti’yle Erdoğan bu siyaset anlayışını, demokratikleşme, sivilleşme ve ekonomik kalkınma konusunda daha ileri boyutlara taşımışlardır.
Tarihsel blok
“Erdoğan’ın burada asıl öne çıkan (gözlerine batan mı
demeliyiz!) tarafı, demokratikleşme sürecini yerlileşme-millileşme
meselesiyle bütünleştirip, Türkiye’yi Batı vesayetinden çıkartacak
yapısal bir dönüşüm hamlesi yapmış olmasıdır.” Kıyameti koptuğu yer
burasıdır.
Türkiye’deki tahakküm geleneğinin dayanağı olan dış statüko
görülmeden iç statüko dahil hiçbir meseleyi anlamak kabil değildir.
Tarihsel olarak bakıldığında, içerideki statükoyu üreten
ilişkilerin dış statükoya dayandığını gösteren birçok ipucundan söz
edebiliriz. Ben, bu süreci açıklarken 1838-1839 tarihlerinde
iktisadi ve siyasi bağımlılık mekanizmasının kurulmasının,
İmparatorluğu yarı sömürge oluş sürecine sokan ticaret anlaşmasıyla
başladığını, bunu takiben bürokrasinin siyasallaşması üzerinden de
Batı’nın siyasi vesayetine girildiğinin üzerinde
duruyorum.