Uzun yıllar boyunca tartışılan konu işin bir ‘terör sorunu’ mu yoksa ‘Kürt meselesi’ mi olduğudur. Esas problem Türkiye’nin demokratikleşme meselesidir, eğer bir ülke demokratik bir siyasal yapıya sahip değilse orada toplumsal ya da kültürel sorunların büyümesi bir etnik meseleye dönüşmesinin önünün açılmış demektir.
Türkiye’nin siyasal kurumlarının katı, demokrasiye karşı dirençli yapısının kaynakları arasında “militarist ideolojinin, 27 Mayıs rejiminin getirdiği otoriter laiklik anlayışının, daha önemlisi de devlet mekanizmasını oluşturan kurumlar arasında hiyerarşinin siyasal partileri yani Meclis’i ve seçilmişleri etkisizleştiren düzenlemesi, cumhuriyetin demokrasi içinde sorun çözme gücünü etkisizleştirmiştir”.
Eğer Türkiye tarımsal bir toplum olma hüviyetini değiştirmeseydi, yani geri bir köylü toplum yapısı içinde kalsaydı, otoriter cumhuriyet toplumu belli ölçülerde baskıyla kontrol edebilir, sorunlar güvenlik konusu olarak ele alınıp bastırılıp ‘imtiyazsız sınıfsız bir toplum’ olarak belli bir süre daha yaşamaya çalışılabilirdi.
Otoriter zihniyet
Meselenin düğümlendiği nokta buradadır; toplumun giderek sanayileşmesi, pazarın genişlemesi, üretim yapısının değişmesi gibi ekonomide ama daha önemlisi; iki binli yıllardan itibaren yüzlerce yıllık tarımsal kurumları tasfiye eden insan mekân ilişkilerini değiştiren, eğitimden, meslekleşmeye, sınıfsal farklılaşmalara yönelen bir yapıya evrilmesidir. İşin düğümü böyle çözülmektedir; bu toplumsal değişme dalgası ne otoriter cumhuriyet anlayışının sürmesine ne de her ‘sosyal sorunu’ bir güvenlik ya da ‘asayiş sorunu’ olarak gören yaklaşımın devam etmesine izin verebilirdi.