Sadece arka arkaya devreye giren yatırımlara bir göz atalım: 46 milyar dolarlık üçüncü hava alanı, 22 milyar dolarlık nükleer santral, 2.5 milyar dolarlık üçüncü köprü yatırımlarını dikkate alındığında sadece bu projelerin toplamının 70 milyar dolar civarında olduğu görülecektir. Bu rakamlar bugün dile kolay gelebilir, fakat sadece 2000'lerin başında ülkenin krize gitmesine sebep olan, tabiri caizse ilk sarsıntı dalgasını hazırlayan küçük bir bankanın talebi olan ve karşılanamayan rakamın “120 milyon” dolar (evet yanlış okumadınız milyon dolar) olduğunu hatırlamak gerekir.
Yine 2002 yılında iç borçlanma faizinin %62 olduğunu hatırlayıp 2014 sonu itibarıyla 9.7'ye indiğini, daha önce devletin gelirlerinin her 100 lirasının 86'sının faize giderken, bugün yüz liralık devlet gelirinden faize giden miktarın 14 liraya gerilediğini durup düşünmek gerekmez mi?
Ekonomik büyümenin kaynağı
Türkiye bu başarıyı nasıl yakalamıştır. Benim tespitim Türkiye
büyüme modelini değiştirerek bu başarıyı yakalamıştır. "Dünya
konjonktürünün buna imkân sunduğunu, bir döviz bolluğunun
yaşandığını ve bu sürecin iyi değerlendirildiğini söylemeye gerek
olmayabilir, fakat eğer büyüme modeli değiştirilmemiş olsaydı aynı
neticeye ulaşmak mümkün olmazdı."
Türkiye'nin büyüme modeli rahmetli Özal'dan bu tarafa "ithal
ikamesinden, dışa açık ihracata dayalı bir piyasa ekonomisine"
geçme arayışında olmuştur. Kökleri tek parti dönemine uzanan, 27
Mayıs darbesinden sonra iyice kurumlaşıp kendi kadrolarını
yetiştiren “emir-komuta ekonomisi” mantığıyla işleyen-yapılaşan
ekonomi kurumu bu arayışlara karşı hem dirençlidir hem de cevap
verecek yani rekabet şartları içinde ayakta kalma yeteneğinden
uzaktır.