1990’lı yılların sonlarında yazdığım bir yazıda Başkanlık sisteminin tıkanan sistemin değişimi ve demokratikleşmesi için gerekliliğini savunmuştum. O günlerde sistemden kaynaklanan sorunlar, yönetme kabiliyetini kaybeden zayıf koalisyon hükümetleri sebebiyle daha belirgin hale gelmişti. Özal’ın, Türkeş’in, Demirel’in zaman zaman dile getirdiği Başkanlık sistemi o zaman bile eski bir tartışma konusuydu.
Üç açıdan da sistem yürütülemez haldeydi: Birincisi dünya ve ülke gerçeklerinden kopuk olan statükocu ideoloji, ikincisi sorun çözme kabiliyetini yitiren idari ve yönetsel sistem, üçüncüsü istikrar üretemeyen siyaset kurumu ve zayıf siyasi aktörler…
Türkiye, değişimin önünde ayak bağı olan ideolojilerin etkisinden kısmen kurtuldu. AK Parti sayesinde güçlü bir hükümet ve istikrar da var. Ama sistem sorunu çözülebilmiş değil. Bu yüzden araba el freni çekilmiş halde sürat yapmaya çalışıyor.
O gün demişim ki: “Meclis çoğunluğuna sırtını vermiş, vizyonu olan ve güçlü bir siyasi iktidarın bugün birçok problemi çözmede başarılı olabileceği doğrudur. Ancak anayasal değişikliklerle takviye edilmemiş, bürokratik/idari mekanizmada, yürütme/yasama/yargı üçlüsünde, topyekûn yönetim felsefesinde revizyona gidilmemiş bir ortamda siyasi iktidarın meclis çoğunluğuna dayanması da çok anlamlı olmayacaktır”. Yani AK Parti daha kurulmamışken yaptığım yorumda AK Parti gibi güçlü bir iktidarın varlığının dahi meselenin çözülmesine yetmeyeceğini vurgulamışım.