https://w.soundcloud.com/player/?url=https%3A//api.soundcloud.com/trac
Aile yılı münasebetiyle aile yapımızın gelişimi ve geleceği üzerine daha fazla düşüneceğiz. Aslında hem aile yılı ilan etmeye hem de aile üzerinde daha fazla düşünmeye bizi sevk eden şey aile yapımızın genel olarak toplumsal yapımızı destekleyen onu ayakta tutan işlevsel yanlarının giderek kaybolmaya yüz tutuyor olduğunu görüyor olmamız. Sorun ciddi ve bu bizi çok daha etkili tedbirler almaya da sevk etmeli.
Geleneksel aile modelimizdeki değişim yaşadığımız sosyolojik gelişimin de belki kaçınılmaz bir sonucu. Doğurganlık oranındaki trajik düşüş, nüfusumuzun kendini yenileyemediği ve hızla yaşlanmaya doğru yol aldığımız bir gidişatı gösteriyor. Bu aynı zamanda aile yapımızdaki işlev kaybının da bir işareti. Bu işlev kaybını engelleyebilmek veya aynı işlevi yerine getirmesini sağlamak üzere aldığımız ciddi bir tedbir olmadı şimdiye kadar. İnsanları üç veya daha çok çocuk yapmaya teşvik eden söylemler sosyolojik verilerle desteklenmiş entegre aile politikalarıyla desteklenmediği sürece fazla bir anlam ifade etmiyor.
Bir defa 1950 yılından beri Türkiye hızlı bir biçimde kentleşiyor. Köyde çocuk ekonomik bir güçtür, bir yük değildir ve geniş aile modeli içinde bütün hayat tarzı çocuğun yetişmesini kolaylaştırmak üzere organize olmuştur. Kentleşmeyle birlikte çocuk giderek bir ekonomik güç olmaktan bir ekonomik yük olmaya doğru yol almıştır. Üstüne bir de şehir hayatının telaşesi, çekirdek aileye geçiş ve kadının da çalışma hayatına daha fazla katılımı sözkonusu olduğunda çocuk bu hayat içinde iyice yük olarak algılanmaya başlıyor.
Aile modelimizdeki değişim sadece doğurganlığın azalmasından ibaret değil. Çekirdek aile içinde insanlar birçok akrabalık ilişkilerini tanımadan ve tecrübe etmeden yetişiyorlar. Ailesinin tek evladı olan ikinci kuşakta, amca, dayı, teyze hala veya kuzenlerin çoğu olmuyor. Bunlar olmayınca bir toplumda sosyal sermayenin en önemli kaynaklarından biri olan sosyal sermaye de iyice fakirleşiyor. Bu ilişki yoksunluğunun yol açtığı çok ciddi psikolojik sorunlar da oluyor. Veya modern hayatın yol açtığı bir dizi sorunlara normalde ilaç olabilecek bu akrabalık ilişkilerinin yoksunluğunu dolduracak ciddi bir ilaç olamıyor.
Kentleşmenin yanısıra eğitimde 12 yıllık zorunluluğun da yol açtığı sorunlara değinmiştik. Normalde ilk veya ortaokuldan sonra kısa süre içinde bir çıraklık-kalfalık eğitiminden sonra erken yaşta bugün oldukça iyi gelir getirebilen mesleklere katılabilecek insanlar zorunlu istikamet olarak uzun ve belirsiz bir maceraya atılmış oluyorlar. Belki yetenekleri itibariyle hiçbir zaman hakkını veremeyecekleri bir yüksek eğitim yolunda hiç sevmedikleri mesleklerde kısmetlerini aramakta oyalanmak durumunda kalıyorlar. Oyalanmaları aynı zamanda aile hayatına geç katılmaları anlamına da geliyor. Bugün yüksek öğretim yolunda yer almaması gereken milyonlarca gencin aile hayatına geç katılımı tam da bu yüzden olmaktadır.
Daha önce de söylemiştik, bu çok iyi niyetle uygulanmış bir politikanın hiç hesaplanmamış ağır yan etkisi. 12 yıllık zorunlu eğitim ve ardından yüksek oranda üniversiteleşmenin bir sonucu. Belki kaybettiği yıllarını geri alabilmek, zararlarını telafi edebilmek açısından Türkiye için gerekli olan bu politikaların yol açabildiği sorunun farkına varıldığı andan itibaren buna karşı tedbirler almak lazım.
Bu tedbirlerden biri 12 yıllık zorunlu eğitimin gözden geçirilmesi ve meslek hayatına, dolayısıyla aile hayatına daha erken yaşta atılmayı sağlayacak tedbirlerin alınmasıdır. Geçtiğimiz günlerde YÖK Başkanı Prof. Dr. Erol Özvar’ın okullardaki geleneksel eğitim sistemi yapısında değişiklik yapılacağı yönündeki açıklamalarda bulundu. Bu yöndeki bir programın sunumunda yaptığı bu açıklamalar aileye yönelik tedbirleri ne kadar hedeflemiş bilmiyoruz ama tam da dokunulması gereken yere dokunuyor. Çünkü MYO’lar iyi planlandığında tam da sanayinin veya sektörlerin ihtiyaç duyduğu elemanları kısa süre içinde yetiştirerek erkenden çalışma hayatına, dolayısıyla aile hayatına katılımı sağlayabilir. Özvar üniversite rektörlerine MYO’lara daha fazla önem vermeleri gerektiğine yönelik uyarıda bulunurken standartlara uymayan okullardan YÖK desteğinin çekileceğini söylemişti açıklamasında.
YÖK Başkanının açıklamalarında dijital beceriler ve yeşil dönüşüm odaklı MYO programlarının ön plana çıkacağını, sağlık, tarım ve siber güvenlik alanlarında da yeni programların açılacağını söylüyordu, ancak bütün bunların da ötesinde MYO’ların programlarının “sektörün ihtiyaçlarına göre sürekli gözden geçirileceğini”, bu süreçte sektör temsilcileriyle yakın işbirliği içinde çalışıldığını belirtmesi çok daha önemli. Çünkü böylece oldukça işlevsiz ve okuyanlarına hiçbir gelecek vaat etmeyen MYO’ları yerine doğrudan sektörle iletişim içinde olan ve yetiştirdiği öğrenciyi doğrudan mesleğe hazırlayan okullar geliştirilmiş olur. MYO öğrencilerinin iş gücü piyasasına daha kolay entegrasyonunu sağlamak için staj ve iş yeri uygulama imkânlarının artırılmasını tedbirlerinin de alınması bu programın güçlü yanlarından.
Bu program değişikliği kendi içinde sadece eğitimin kaldırılması, iş gücü piyasasıyla iletişim ve entegrasyon içinde olunmasını temin etmekle sınırlı görülmemeli. Aslında tam da aile hayatına katılımı geciktiren bir faktörün görülüp gereğinin yapılmasını temin eden bir boyutu da vardır.
Hiçbir işe yaramayacak, mezununa sadece 4 yıllık bir fakülte diploması verip uzun bir uygun iş arama macerasına atacak bir eğitim yerine piyasanın talep ettiği elemanı hazırlayıp mesleğe katmak kuşkusuz aile hayatına atılmayı da hızlandırır. Değilse bile bu politikanın bu boyutunun veya işlevinin görülüp güçlendirilmesi gerekiyor.
YÖK Başkanı konuyu sadece eğitim açısından görse de aileye, kaybettiği yerden bir telafi yolu olmak üzere çok uygun bir program olarak çalışılabilir.