Kuruluş yıldönümü anma ve etkinlikleri, AK Parti camiasında sadece bir kutlama coşkusu ve sevincinin yaşanmasına değil aynı zamanda tekrar “kendi üzerinde düşünme ve nefis muhasebesi” vesiledir. 16 yıl önce kurulduğu gün Türkiye için temsil ettiği rol, misyon ve görev ne ise bugün aynı rolü oynuyor, aynı misyonu yerine getirmeye devam ediyor AK Parti.
Millet ile devletin birbiriyle buluşmasının adıdır AK Parti ve kuruluşunun 16 yılında, iktidarının da 15. yılında ülkenin yaşadığı en kapsamlı işgal ve ihanet girişimine karşı bu birleşmenin, bütünleşmenin gücünü cümle aleme gösterme fırsatı da buldu. Siyasette başarıyı bir talih olarak görmek yerine bir ateşten gömlek sorumluluğuyla anlamlandıran anlayışını şimdiye kadar başarılı bir biçimde takip ettiğinde hiç kuşku yok. Kuşku olmadığının sağlamasını bu millet bu süre içinde 12 defa sandıklarda teyit etti.
Türkiye’de devlet ile milletin bölündüğü bir zeminde siyaset millet adına değil devlet adına yapılıyordu. O devlet ise millete yabancıydı, adeta başka ülkelerin, güçlerin, mihrakların önceliklerini gözetiyordu. O yüzden halka yaklaşan siyaset kısa süre içinde darbelerle, askeri, bürokratik veya oligarşik vesayet odaklarınca saf dışı bırakılıyordu. Adına “devrin devlet” denilerek bir bakıma basitleştiriliyordu karşımızdaki mekanizma. Hala o kadar basit olmadığını her kavşakta karşımıza çıkardığı yeni yüzleriyle görüyoruz.
AK Parti bu yapıyla mücadele ederken yeryer girift ilişki biçimleriyle bu yapının etkisinde de kaldı, anlayıp yorumlayabildiği ölçüde o gücün etkilerini bir bir aşmaya da çalıştı. Şunu bilelim ki karşımızdaki güç de yalın, üniter, tek mihratan yönetilen bir güç değil. Bu güç bazen davranış örüntüleriyle bazen kendi içimizde de üretebildiğimiz bir atalet, bir iktidar veya statü yerleşmesi, bir insan ilişkileri düzeyidir de. Onun da muhasebesi ayrı kuruluşunun 16 yılında hareketin lideri Recep Tayyip Erdoğan bu noktaya bolca dikkat çekiyor.
Aslında Türkiye’nin AK Parti ile birlikte başardıkları, bütün İslam dünyasında devlet millet kopukluğunun cari durumunu aşabilmek için ideal bir model oluşturuyordu. I. Dünya savaşının sonunda paramparça edilen İslam dünyasının üzerinde kurulması gözetilen devletlerin hepsine farz kılınan en önemli şey halklarına dayanmamaktı.
Batılıların Müslüman dünyasının ensesinde boza pişirircesine sürekli tekrarladıkları “İslam ve demokrasi uyumu” tartışması son derece sahtekarca bir tartışma ve sorudur. İslam dünyasında demokrasinin gelişmesinin gelişmemesinin tek nedeni buralarda anti-demokratik, halka uzak, halklarına yabancı rejimlerin batılılarca teşvik ve destek görmesidir Batılılar bu diktatörlüklere alternatif, devlet-millet bütünleşmesinin önünü açan hiç bir gelişmeyi desteklemediler şimdiye kadar.