ABD’de Rıza Zerrab davası olarak başlayıp bir süre sonra Hakan Atilla davasına dönüşen dava geçtiğimiz hafta içinde mahkeme jürisinin verdiği kararla sonuçlandı. Jüri Halkbank eski genel müdür yardımcısı Hakan Atilla’ya savcılıkça isnat edilen altı suçlamadan 5’inde Atilla’yı suçlu bulurken, sadece birinde, yani para aklama suçunda suçsuz bulmuş.
Tabii baştan başa üstüne vazife olmayan bir hususta üstlenmiş olduğu davada mahkemenin kendisi yerine jüriyi suçlamanın bir anlamı yok. Jüri önüne bir şekilde gelmiş olan davayı içerik olarak değerlendirmiş. Amerika’da jürilerin nasıl çalıştığına dair ufak bir inceleme bile aslında adalet sisteminin ne kadar sorunlu olduğunu göstermeye yeter.
Bu sistem başta hukuk sosyolojisi açısından olmak üzere ciddi bir incelemeyi hak ediyor. Jürinin seçilmesi, mahkeme süreçlerinde ne tür sosyolojik, psikolojik ve ideolojik etkilerin altında çalıştıkları hakkında eldeki mevcut veriler, jüri sisteminin Amerika’da her türlü manipülasyonla adaletin çarpıtılması için nasıl bir zayıf halkaya dönüştüğünü gösteriyor. Ancak konumuz şimdilik bu değil. Elbette karara bakan hakimin FETÖ’cüler tarafından daha 2014 yılının Mayıs ayında İstanbul’da büyük bir misafirperverlikle ağırlanmış olduğu ve dava içeriğinin tamamen FETÖ’nün 17-25 Aralık operasyonunda düzülen bilgi ve belgelerden oluştuğu gerçeği bu sistemin kusurlarına olan ilgimizi gölgede bırakır.
ABD’NİN SİYASAL İLAHİYAT NUMARASI
Konu, tabii ki Türkiye’de olup bitmiş bir konunun böyle bir davayla Amerika’ya nasıl taşındığı, Amerikan mahkemesinin böyle bir davayı hangi düşünceyle açabilmiş olduğudur. Kuşkusuz böyle bir davanın açılmasının kendisi her şeyden önce bir tür güç gösterisidir. Çünkü yargılayabilmek bir iktidar iddiasıdır. Baştan itibaren davanın açılması, kabul edilmesi ve sürdürülmesi Amerika’nın Türkiye’ye verdiği ve Türkiye’ye anlatmaya ve empoze etmeye çalıştığı bir iktidar ilişkisidir.
Eskiden Anayasa Mahkemesi üzerine hiç vazife olmayan, bizzat anayasa tarafından yetkisiz kılındığı konularda kendisine yapılan başvuruları kabul etmek suretiyle bu güç gösterilerini kendisi adına veya müttefiki olduğu güçler adına yapardı. Böylece anayasanın açık metinlerinde istisna üreterek egemenin kim olduğunu hatırlatırdı. CHP’liler de bu yolu kendi iktidarlarının çaresiz tek sığınağı bellemişti. AYM, verdiği kararlarla “ben yaptım oldu” diyerek fiili durumlarla temsil ettiği bir derin iktidarın gücünü hissettiriyordu.