İnsanlık bilimde, teknikte, akılda ne kadar ilerlemiş olursa olsun ve bütün bu ilerleme siyasette, uluslararası ilişkilerde, stratejik planlara ne kadar yansıtılmış olursa olsun, dünyanın bir yanı binlerce yıl önceki bir zamanda yaşamaya devam ediyor gibi. Üstelik dünyanın sözkonusu yanı tam da bilimsel gelişmenin, aydınlanmanın, teknik gelişmenin ve stratejik aklın da en fazla kaydedildiği merkez.
Bu, aslında bütün sosyolojik analizleri, bütün uluslararası ilişkilere dair teorik yaklaşımları tamamen geçersiz hale getirmeye yetecek bir çelişki..
Sekülerleşme Çağı’na ulaşmış olduğu söylenen yaşadığımız dünyanın şu ortamında medeni alemin en medenisi sayılan ABD’ye dayanarak, ondan aldığı güç ve stratejiyle, İsrail, Ortadoğu’nun kalbinde işgalci olarak bulunduğu toprakları katışıksız bir Yahudi Devleti olarak ilan ediyor, yetmiyor, İsrail’i dünyadaki tüm Yahudilerin tarihi anavatanı olarak ilan ediyor.
Hukukta da yıllardır devam eden anayasa sorununu bir çırpıda hallederek Yahudi Şeriatının referans alınacağını kabul ediyor. Dünyadaki tüm Yahudilerin İsrail’e dönme hakkı olduğunu ve bu devletin başkentinin de Kudüs olduğunu bütün dünyaya duyuruyor.
Kendi ülkesinde vatandaş olarak yaşamakta olan herkesi ikinci sınıf bir düzeye otomatik olarak indiren bu yasayla birlikte dünyanın farklı ülkelerindeki Yahudilerin sadece Yahudi olma vasıflarıyla İsrail’e gelip yerleşmesi teşvik edilirken Güney Afrika’daki ırkçı Apartheid rejiminden çok daha beter ırkçı-faşist bir rejim, dini temellere dayandırılarak resmiyet kazanmış oluyor.
Neredeyse yüzyıldır sosyal bilimler, dünyada her geçen gün sekülerleşmenin, yani dünyevileşmenin, laikleşmenin giderek daha egemen bir düşünce ve yaşama biçimi olduğu fikrine alternatif tanımıyorlar oysa.