2008 yılının dünya ekonomik krizi bütün dünyayı vurduğu bir dönemde bu krizin dalgalarının Türkiye’yi de vuracağından endişe edenlere Cumhurbaşkanı Erdoğan, o zamanki AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan sıfatıyla “kriz bizi teğet geçecek” diyerek hem vatandaşları rahatlatıyor hem de kriz simsarlarına meydan okuyordu.
Aradan iki yıl geçtiğinde Erdoğan’ın bu meydan okumadan zaferle çıktığı bir durum hasıl oldu. Türkiye IMF’e olan borcunu bile hiç geciktirmeden ve üstelik kendi ekonomik yönetimini kendi insanlarıyla yaparak krizden güçlenerek çıkmıştı.
Bu ekonomik durumu anlatmak üzere başkanlığını yapmakta olduğum Stratejik Düşünce Enstitüsüne bir konferansa davet ettiğimiz Başbakan Binali Yıldırım, yine o dönem Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı sıfatıyla, işin sırrını (ezcümle) şöyle açıklamıştı:
“Kriz dönemlerinde bütün ekonomi yönetimlerinin ilk refleksleri hemen tasarruf tedbirlerine başvurmak oluyor. Tasarruf tedbirlerinden anlaşılan da hemen yatırımların durdurulması oluyor. Oysa yatırımı durdurduğunuz zaman ekonomiyi de dondurmuş oluyorsunuz. Dondurulmuş ekonomi bir değer üretmediği için ekonomiyi tamir edip yeniden toparlama şansı yok. Oysa biz özellikle altyapı yatırımlarından hiç kısmadık. Çünkü altyapı yatırımlarımız ekonomimizin motorudur. Bu yatırımlar sayesinde bütün ekonomik sektörleri canlı tutuyoruz. Canlı ekonomiler krizi derinden hissetmezler ve bunun neticesinde başka ülkelerde olduğu gibi özellikle dar gelirlileri vuran işten çıkarmalar ve iflaslar yaşanmaz.”
Doğrusu bu, şimdiye kadar AK Parti’nin ekonomi politikalarına dair duyduğum en makul ve en derinlikli değerlendirmeydi. İşin sırrını hakikaten bütün boyutlarıyla veriyordu.
Öyle sanıyorum ki, sonradan da AK Parti uzun süre bu çizgisinden fazla taviz vermeden altyapı yatırımlarını bütün ekonomik krizlere rağmen devam ettirdi ve bu yatırımlar neticede vergi ve katma değer üreterek devletin hazinesindeki trafiği işlek tutmaya devam etti. Toplanan vergiler tekrar altyapı yatırımlarına, sosyal hizmet politikalarına, devletin daha etkili işleyişi için Ar-Ge harcamalarına ve teşviklere yönlendirildi. Bu, zamanla kendi kendini enerji yükleyen ve besleyen bir döngü oluşturdu. Bu politikaların uygulanması vesilesiyle Türkiye’nin kendine özgü bir know-how’ı oluştu.