Dinin modern ve postmodern dönemlerde insan hayatında nasıl bir
yer tuttuğuna ve tuttuğu bu yerin nasıl bir değişkenlik içinde
olduğuna dair bir sürü şey okuduk, dinledik. Bu okuyup
dinlediklerimizin arasındakilerin önemli bir kısmı dünyanın
gidişatına dair bir tespit yapmaktan ziyade nasıl olması
gerektiğine dair normatif bir söylem içeriyor. Dinin günlük
hayattaki veya siyasetteki yerinin şu kadar veya bu kadar olması
gerektiğine dair bu söylem büyük ölçüde laiklik tartışmaları
etrafında cereyan ediyor.
Normatif olan kısmının din ile devlet ilişkilerini düzenlemekle
ilgili siyasi bir baskıya ve programa dönüşmesine adeta aşinayız.
Oysa gerek laiklik gerekse sekülerleşmeyle ilgili sosyal bilim
literatürü dünyada sekülerleşmeyi bir zihniyet dönüşümü, gündelik
hayata dair alışkanlıkların, tasavvurların bir değişimi olarak
teşhis ve tespit etmekle ilgilenir. Bu düzeyde normatif olmaması
beklenir. Gerçekten modernleşmeyi doğuran süreçlerin hepsi aynı
zamanda ciddi bir sekürlerleşmeyi, bir siyasi baskının konusu
olmasa bile, gündelik sanayileşme ve kentleşme süreçlerinin bir
sonucu olarak ortaya çıkarır.
Geleneksel toplum, dünyada olup biten her şeyin bu dünyanın
ötesinden bir nedenle ilişkilendirilmesi dolayısıyla büyülü
addedilir. Buna mukabil gündelik hayatın birçok yönü veya siyaset,
bu büyülü dünyanın gereklerine göre düzenlenir. Bu da geleneksel
toplumun dinselliğinin bir göstergesidir. Oysa modern topluma
geçişin en önemli göstergesi, dünyada olup biten her şeyin
nedeninin yine bu dünyanın sınırları içinde aranması ve çeşitli
dinsel dünyalar arasındaki farkların yol açtığı göreceliğin geniş
bir bilinç atmosferi oluşturması dolayısıyla sekülerleşmenin herkes
tarafından benimsenmesi oluyor. Modern kent, insanların beraber
yaşadıkları, fakat dünyaya başka bir inançtan baktıklarını fark
ettikleri insanlara karşı bir tür empati düzeyinin kültürün önemli
bir parçası haline geldiği kenttir.