Gündelik hayatın hengamesine, siyasi hayatın keşmekeşine, kıyasıya birbirimizi yıpratan çatışma ortamına kendimizi kolayca kaptırıyoruz. Bu hengame, bu keşmekeş, bu çatışmalar aklımızı başımızdan öyle bir alıyor ki, içinde çıkış noktamızı, buraya geliş sebeplerimizi, başka insanlarla olan ilişkimizin sebebini, mahiyetini de gözden kaçırıyoruz.
Rekabet ettiğim insan, benim gibi biri. Onun varlığı benim de varlığımın bir parçası. Aynı vardan varolmuşuz, aynı yerden gelmiş, aynı yere gidiyoruz. Benim insan olmamın sebebi başka bir insanla olan ünsiyetim. Bu ünsiyet olmasa, insan olma vasfımız tamamlanmamış oluyor. Ama işin ilginç tarafı insan olmaya dair hikayenin, yani kelimenin bir boyutu da nisyan ile kaim.
Ünsiyet ettiğimiz kadar birbirimize, birbirimizle olan ilişkimizin mahiyetini de, bizi var kılan asıl var’ı da unuturuz, nisyana bırakırız. İnsan olmanın trajik tarafı unutmanın da bu varoluşa dahil olması, hatta insan olma vasfını daha da belirliyor olması.
Yaradanı unuturuz, O’na olan ahdimizi, O’nun tarafından yaratılmış olduğumuzu, sahip olduğumuzu zannettiğimiz her şeyin, bedenimizin...