Kılıçdaroğlu’nun adını “adalet” koyduğu Ankara-İstanbul arası yürüyüşü Maltepe mitingiyle son buldu. Bu yürüyüşün Türkiye’nin siyasi tarihinde bir yenilik olduğunu kabul etmek gerekiyor. Hele CHP’nin muhalefet tarzında da bir eylem biçimi olarak kendini bir hayli aşan bir boyutu olduğunu ve bu yönüyle de CHP’de parti içi tartışmaları bir süreliğine askıya almayı sağlayan bir etkisi olacağı muhakkak.
Tam 25 gün yürüdü Kılıçdaroğlu, hem de iyi yürüdü. Nasıl ve nereden almışsa o motivasyonu onu Ankara’dan İstanbul’a kadar yürüttü. O yolu gerçekten yürüdü mü? Arada sırada çaktırmadan araca bindi mi? Bu kadar yürüdüyse bu göbeği nasıl yapabildi? gibi soruları çok gereksiz görüyorum. Yürüdü işte…
Hele yürüyüşün sonunda yaptığı mitingde kaç kişi toplandı? diye sorup, toplananların sayısı üzerinden bir hak veya güç iddiasında bulunmayı tamamen fuzuliyattan sayıyorum. Toplanan sayının fazlalığı bir insanın davasının haklılığını, azlığı da haksızlığını göstermiyor, bir. Demokrasilerde insanların toplanma, yürüme, kendilerini ifade etme hakkı sorgulanamaz, iki. Amma velakin kendi kalabalığınıza kendiliğinden bir hak ve güç vehmediyorsanız, kendi iddialarınızı toplanan kalabalığa göre sorgulanmaz kılmak istiyorsanız, bu da ayrı bir haksızlıktır, bu da üç.
Aynı kalabalık, aynı sosyolojik ve siyasi özellikleriyle ve tabanıyla birlikte 2007 yılında Cumhuriyet mitinglerinde de toplanmıştı. O gün talep ettiği şeyi bu gün hatırlamaya insan utanır: Eşi başörtülü birinin cumhurbaşkanı olmasını engellemek, bir insanın en doğal siyasi hakkından sırf eşi başörtülü diye feragat etmesini istemek üzere toplanmıştı o kalabalık. O kalabalık bütün görkemiyle toplumun daha kalabalık bir kesiminin doğal haklarını çiğnemeyi talep ediyordu.
Toplantı ve gösteri özgürlüğü demokrasinin olmazsa olmaz koşuludur ama bu, toplantı ve gösterilerin her zaman demokrasiye hizmet etme kastı taşıdığı anlamına gelmiyor. Bir kalabalık ırkçı bir saikle toplanabiliyor. Din ve vicdan özgürlüğüne karşı, toplumunun bir kesiminin haklarını kullanmaya karşı bir talep olarak gerçekleşebiliyor. Bunun sayısız örneklerini Türkiye’de gördük. Orduyu meşru iktidarlara karşı göreve çağıran pek kalabalık Anıtkabir toplantılarını gördük. Eşi başörtülü birinin cumhurbaşkanı olma hakkının ebediyen elinden alınmasını talep edebilen Cumhuriyet mitinglerini gördük. Hepsi de pek kalabalıktı, hepsi de ürkütücü derecede görkemli...
Görünürde çok masum, herkesin ortak olması gereken bir değeri adına, Cumhuriyet adına yürüyorlardı. Cumhuriyeti korumak, kollamak, ona yönelen tehditlere karşı bir duyarlılık adına toplanıyorlardı. Ama haksızdı ve faşizan bir niyeti vardı. Neticede somut olarak talep ettikleri şeyin ne cumhuriyetle bir alakası vardı ne de demokrasiyle. Ne isterse istesin, demokrasiye katkı değil, demokrasiyi boğmak, anlamsız hale getirmek, sulandırmak için yola çıkıyordu. Aslında bu haliyle cumhuriyet değerini herkesten sakınmak, onu bir iktidar mülkü olarak bir zümreye ait kılma adına hareket ediyordu. Cumhuriyeti cumhurdan kaçırmaya onu bir zümrenin özel mülkü haline getirmeye azmediyordu.