İslam dünyasının birçok ülkesinden 22 ayrı düşünce kuruluşunun katıldığı, benim de kurucuları arasında olduğum bir Stratejik Düşünce Grubu var. Başkanlığını Kuveyt’ten Al-Mujtama Dergisinin genel yayın yönetmeni Muhammed Salim el-Rashid’in yaptığı grup, Müslümanlar arasında ortak bir düşünce, tecrübe ve yaklaşım geliştirme düşüncesiyle gelişen olayları tartışmak ve değerlendirmek üzere düzenli olarak İstanbul’da toplanır. Son toplantısı dün Türkiye’nin 24 Haziran seçimlerinin uluslararası sonuçlarını tartışmak üzere gerçekleşti.
Daha önce de söylediğim gibi Türkiye şu anda bizim tahmin ettiğimizden öte bir ilgiyle izleniyor. Türkiye’ye büyük bir sempatiyle ve içerden birileri gibi, yaklaşan insanların ortaya koydukları fikirler Türkiye adına makul ve etkili stratejileri bulup üretmeye çalışıyor. Türkiye adına ve Türkiye için düşünüyorlar, ama Türkiye’nin karşı karşıya olduğu bütün riskleri, tehditleri de muhtemelen Türkiye vatandaşlarından daha büyük bir kaygıyla hissediyor, daha iyi görüyor ve daha rahatça ifade edebiliyorlar. Çoğu kez bizim görüp kendimize bile itiraf etmekten korktuğumuz kendi bünyemizden sadır olan risk, tehdit veya zorlukları dostane ifade etme imkanlarını, doğrusu başlı başına değerlendirilebilecek bir fırsat olarak görüyorum. Böyle bir çoğulcu bakış açısının bize çok iyi bir ayna tutabildiğini görüyor insan.
Bu toplantıda şahsıma düşen, “Yeni Türkiye ve gelecekte yeni bölgesel ve küresel ittifaklar” üzerine bir konuşma oldu. Konuşmaya yön veren soru, Başkanlık sistemine geçişle birlikte ‘Yeni Türkiye’nin dış siyasetinde geçmişe nazaran önemli bir değişim olup olmayacağıdır. Bu konuda “sıfır sorun” iddiası veya arayışıyla yola çıkan AK Parti yönetimindeki Türkiye’nin şu anda bölge ülkeleriyle de, AB ve ABD ile de gelmiş olduğu nispeten daha sorunlu alandan yeni veya farklı bir çıkış noktası olacak mıdır?
Uzun mülahazalar gerektiren bir soru tabi. Cevabı Türkiye’nin bütün dış politikasını gözden geçirmeyi gerektiriyor. Türkiye’nin İsrail, ABD, AB, Körfez ülkeleri, Mısır, Suriye, Irak ve Rusya ile olan ilişkilerini ayrı ayrı değerlendirmek gerekiyor. Belki bir çok ülkeyle ilişkiler başka ülkelerle ilişkilere bağlı olarak gelişiyor. Mısır’la ilişkiler, Körfez ülkeleriyle ilişkileri etkiliyor. ABD’nin Suriye ve Irak’ta karıştırdığı işler Türkiye ile olan ilişkileri de etkiliyor ve orada kendi siyasetinde bir değişikliğe gitmediği sürece ilişkilerin normal seyrine girmesi mümkün değil.
Öncelikle, seçimlerin bir buçuk sene öne alınarak Erdoğan yönetimindeki bir ülkenin “topal ördek” gibi algılanmasının önüne geçilerek dış siyasette çok büyük bir avantaj elde edilmiş oldu. Bu durum dış siyasette herkesin hesabını en azından beş yıllığına yönetim sorununu çözmüş, istikrar sorunu olmayan bir muhataba göre yapmasını sağlayacaktır. Bu açıdan erken seçim kararının seçimde içerdiği bütün risklere rağmen ne kadar isabetli olduğu çok iyi görülebilir.
İkincisi, Cumhurbaşkanının açıkladığı kabinede Dışişleri Bakanlığı’nda bir değişikliğe gitmemiş olmasını, önümüzdeki dönem için Türkiye’nin dış siyasetinde bir süreklilik mesajının verilmesi olarak görmek mümkün. (Aslında aynı şeyi İçişleri Bakanı’nın tensibinde de görmek mümkün). Mevlüt Çavuşoğlu, Türk dış politikasında baştan beri benimsenmiş çizgiyi istikrarla temsil eden ve sürdüren bir isim.