1950’li yılların sonuydu. Edirne’deki Ziraat Bankası’nın
terasında bir grup memur çocuğuyla birlikte Talat Paşa Bulvarı’nı
hıncahınç doldurmuş çılgınca bağrışan miting kalabalığını
seyrediyordum. İçinde tek bir kişinin ayakta durduğu üstü açık
siyah otomobil, dalgalanan bir insan denizini yararak yavaş yavaş
ilerliyordu. Arabanın içinde ayakta duran adamın kızılımsı
saçlarını (kına sürdüğü söylenirdi), yüzünün yarısını kaplayan
siyah gözlüklerini, zamanın tâbiriyle “beşuş” (hazla gülümseyen)
çehresini hatırlıyorum. Beyaz eldivenli ellerini bana çok tuhaf
gelen mekanik ve yavaş hareketlerle sallayarak halkı selamlıyordu.
Adnan Menderes’i ilk ve son görüşüm böyle oldu.
O sıralarda Edirne Erkek Lisesi (belki de Muallim Mektebi)
öğrencilerinin kukla gösterilerini izlerdim. En sevilen kukla,
yüzünü kaplayan bir tebessümle şakalar yapan, çocukları azarlayan,
siyah elbiseli, beyaz eldivenli, güneş gözlüklü, melon şapkalı bir
tipti.
Bu iki görüntü zihnimde birleşerek bir politikacı imgesi oluşturdu.
Sürekli konuşan, gülümseyen, atıp tutan, mekanik hareketlerle halkı
selamlayan fakat sahici olmayan bir figür.
Sonra 27 Mayıs Devrimi oldu ve kıyametler koptu. O sırada
Ankara’daydık. Herkes radyodan Yassıada Duruşmaları’nı
izliyordu: “Sanıklar getirildiler, bağlı olmayarak yerlerine
alındılar, müdaafiler hazır, açık olarak duruşmaya devam
olundu.”
Zihnimde beliren kukla benzeri politikacı imgesinin ardında çeşitli
olaylar, çatışmalar, haklı ve haksız tutumlardan oluşan muazzam bir
derinlik olduğunu o sıralarda anladım. Politikacının halka
yansıttığı imge ile gerçeklik arasında çok büy&uum...