Eskiden olsaydı, iktisadi ve siyasî sistemin eşzamanlı çöküşüne “devrimci kriz” derdik. Bu terim, yönetenlerin artık yönetemedikleri, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemedikleri bir durumu anlatır. Bu durumda sendikalar greve giderler, öğrenciler boykot yaparlar, köylüler traktörlerini şehirlerin içine sürerler; devlet bütün baskı aygıtlarını kitle hareketlerini bastırmak için seferber eder; siyaset kurumu kendi içinden bir “ara rejim” ya da “kriz hükümeti” çıkarmak için uzlaşma imkânları arar; burjuvazi ortaya çıkıp siyasete alenen müdahale etmeye, işveren kuruluşları gazetelere çarşaf gibi bildiriler yazmaya başlar. Tarihsel olarak “şahane hayat” yanılsamasına meyilli orta sınıflar şaşkına dönerler, hayalleri yıkılır, maaşlarını alamazlar, işlerini kaybederler, uzayıp giden kuyruklarda bağırıp çağırmaya, o anda kimi düşman bellemişlerse ona sövüp saymaya başlarlar. Öte yanda ideolojik ve teorik görüşleri farklı sosyalist akımlar mücadele eden kitlelere önderlik etmek için kendi aralarında ittifak kurarlar; sürekli bildiri dağıtıp gösteri yapar, kitlenin önünde çatışmaya girerler. Kriz giderek derinleşir, ne devlet, ne siyasiler ne de burjuvazi bir çözüm bulabilir... Ve nihayet, “İşçi, Köylü ve Asker Sovyetleri”... “Yok daha neler!...” diyorsunuz. Haklısınız. O kadar ileri gitmeyelim. Geri alıyorum. Ayrıca bu “Sovyetler” olayı tarihte sadece bir kez olmuştu. Bir daha da olmadı. Fanteziyi bırakıp gerçeklere dönelim. Gerçeklere baktığımız zaman, derin bir tepkisizlik görüyoruz. Sokaklar sakin. Başbakanlığın önünde yazar kasa fırlatan kimse yok. Kendini ateşe ver...