Herkesin bir mükemmel kâbus tasavvuru vardır. Benimkisi
“liderlik kâbusu”dur. Büyük bir lider ya da imparator gibi bir şey
olduğunuzu düşünün. Her sözünüz kanun oluyor, çevrenizdeki insanlar
en saçma sözlerinizde bile derin bir hikmet arayıp buluyorlar. En
çaresiz, en aciz hâlinizle yerlerde süründüğünüz zaman bile hep bir
ağızdan “Hep muzaffer, daima!” diye bağırıyorlar. Giderek hakikat
duygusunu kaybediyorsunuz. Bundan daha feci bir kâbus olabilir
mi?
Eski çağlarda bunun çaresini bulmuşlar. Kralın gündelik hayatına,
onu hem eğlendiren, hem düşündüren, hem de uyaran “soytarı”yı
sokmuşlar. Kral kendi gerçeğini sadece soytarının aynasında
görebilmiş. Eski Roma’da muzaffer komutan, ordularını Rubikon
Irmağı’nın kıyısında bırakıp atlı savaş arabasıyla Roma’ya gelir ve
Kolezyum’da kendisini çılgınca alkışlayan kalabalıkları
selamlarmış. Fakat o sırada yanındaki görevli, komutanın kulağına,
bütün bu şan ve şöhretin geçici olduğunu, Roma’yı senatörlerin
yönettiğini, komutanı alkışlayan insanların onu her an
parçalayabileceklerini fısıldarmış.
Modern dünyada bu türden uyarı mekanizmaları yok. Lider, beraber
yola çıktığı arkadaşlarını geride bırakarak, gerçeği fark edenleri
cezalandırarak, itiraz ve eleştiri nedir bilmeyen iş bitirici
unsurlarla ve dalkavuk hödüklerle beraber sonunda aşağı
yuvarlanacağı zirveye çıkabiliyor.
Toplumsal hayatı dinî, siyasî ya da etnik gruplara ve cemaatlere
bölünmüş, idari yapısı ise eyalet benzeri özerk yapılara ayrılmış
(ya da ayrılacak olan) ülkelerde, kanun yapma ve her şeyi denetleme
yetkisi olan güçlü merkezi yönetimler oluşur. Eski imparato...