Yetmişli yıllarda devrimci hareketlerin bildirileri ve bildirgeleri kısa bir tanıtım cümlesiyle başlardı: “Türkiye emperyalizme bağımlı yarı-feodal bir kapitalist ülkedir” ya da “Türkiye doğusunda feodal ilişkilerin hüküm sürdüğü azgelişmiş bir kapitalist ülkedir.”
Günümüzde tek bir cümle içinde böylesine kolay bir tanımlama yapamayız. Ortaya şöyle bir şey çıkar: “Türkiye iktisadi altyapısı küresel kapitalizmin denetimine bırakılmış, bütün varlıkları özelleştirilmiş; Atlantik ile Avrasya arasında halat gibi gerilirken Sünni ülkelerle iş yapmak için güneye doğru kaçmaya çalışan eş-dost-ahbap kapitalisti bir ülkedir.”
Devlet’in geleneksel olarak üç korkusu vardı: komünizm, irtica ve bölücülük. Birincisiyle mücadele yarım asır sürdü ve ülkenin bütün ilerici entelektüel potansiyelini tüketerek meydanı ikincisine bıraktı. İkincisi (irtica) BOP eşbaşkanlığı projesiyle iktidara getirildi ve üçüncüsüyle (bölücülük) ittifak kurarak (çözüm süreci) emperyal bölgesel planı uygulamaya yöneldi.