Bir sepetin içine bir yengeç koyarsanız, hayvan yukarı doğru tırmanarak sepetten çıkar. İki üç yengeç de aynı şeyi yapabilir. Fakat sepeti yarıya kadar yengeçle doldurursanız, tek bir yengeç bile dışarı çıkamaz. Yukarı doğru tırmanmaya çalışan her yengeç diğerleri tarafından yakalanıp aşağı doğru çekilir. Her nasılsa sepetin içine girmiş olan yengeçler, işbirliği yaparak, birbirine tutunarak yukarı tırmanmayı akıl edemezler. Bu durumda sepeti ele geçiren kişi onu isterse bir kancaya asar, isterse bir balıkçı tezgâhına boşaltır, ne isterse onu yapar.
Buna Yengeç Sepeti Sendromu deniyor. Bu sendromun etkili olduğu siyasî toplumlarda zamanla bütün ilerleme yolları herkes için tıkanır. Siyasî partilerin ve hareketlerin, bunların içindeki fraksiyonların ve kişilerin her biri kendi içlerinden yukarı doğru tırmanarak sepetten çıkmaya çalışanları aşağı doğru çeker. Sepetin sahibi ya da onu sapından tutan kişi, birbirinin ilerleme yollarını kesen, tırmanmalarına fırsat vermeyen bütün unsurların kaderini belirler.
İktidar (sepeti tutan) ile siyasî toplumun (yengeçler) bir sepet
olarak bütünleştiği bu durumun temelinde egemenlik ve rejim sorunu
vardır. Nazilerin ünlü hukukçusu Carl Schmitt’e göre, böyle bir
toplumda egemen “olağanüstü hâle karar veren” kişidir. Bu egemenlik
her zaman zorbalıkla elde edilmez, egemenin çoğunluğa sahip
olmasıyla, yani yengeçlerin rejime rıza göstermesiyle de
sağlanabilir. Nitekim Carl Schmitt, 96 yıl önce, 1923’te yazdığı
Parlamenter Demokrasinin Krizi adlı kitabında (Dost Kitabevi, 2006)
günümüzün esas sorununun “rakibi neyin gerçek veya adil olduğuna
ikna etmek değil, hükmedebilmek için çoğunluğu elde etmek” olduğunu
(s.22) saptamıştır. Çoğunluğu elde edersiniz, referandumlar
yaparak, kanunlar çıkararak, o zamana kadar geçerli olan bütün
normları ve teamülleri ortadan kaldırıp kendi rejiminizi (sepet)
kurarsınız ve bütün bir siyasî toplumu (yengeçler) o rejimin içine
hapsedersiniz.
Türkiye’de durum tam da böyledir. Dolayısıyla siyasi toplumun
içinden tekil kişilerin ya da partilerin çıkıp mevcut anayasal
çerçeve içinde yukarı doğru tırmanarak vatanı ve milleti kurtarması
neredeyse imkânsızdır. Diğerleri onu daima aşağı doğru çekecek ve
egemen olan kişi yeni kanunlar çıkararak ve gerekli gördüğü her
defasında olağanüstü hâle karar vererek, bizzat kurduğu rejimi
sonuna kadar koruyacaktır.
Demek ki kurtuluş topluca, dayanışarak, geniş birlikler oluşturarak sepetten çıkmak ya da sepeti parçalamakla mümkündür. Aslında en iyisi sepete girmemek, kayıtsız şartsız halka ait olması gereken egemenliği dar bir kadronun ele geçirmesine izin vermemek olurdu. Fakat buna bir kez izin verildiğinde, atı alan Üsküdar’a geçtiğinde; siyasi partiler rejimi değiştirilip barajlar kaldırılacak yerde bizatihi parlamenter sistemin ortadan kaldırılmasına razı olunduğunda, siyasî toplumun tamamı sürekli birbiriyle dalaşan, debelenen fakat netice alamayan yengeçlerin durumuna benzemiştir.
Siyasî toplumun Devlet’in ideolojisine ve teamüllerine bu kadar ters düşen bir başkanlık rejimine nasıl razı olabildiğini anlamaya çalışmak gerekir. Verili durum budur, mevcut rejimin sınırları içinde siyaset yapılır düşüncesiyle varılabilecek hiçbir menzil yoktur; sepeti tutan el değişse bile yengeçlerin durumu değişmeyecektir.
Aslında siyasî toplum 2007’de yapılan Cumhuriyet mitingleriyle ve 2012’de başlayan Millî Anayasa Hareketi’yle (MAH) bir çıkış yapmaya çalıştı. Ankara’da yapılan Cumhuriyet mitingine bir buçuk milyon kişi katıldı, MAH hareketi bütün Anadolu’ya yayılma eğilimi gösterdi. Birinci hareket örgütlenmeyi becererek süreklilik kazansaydı Egenekon/Balyoz rezaletine kimse cesaret edemezdi. Mükemmel bildirgeler üreten, fakat bunları halka yayacak mekanizmalar oluşturamayan ve nihayet bölünüp yok olan MAH ise rejimin değişmesini önleyecek, hatta Kuruluş ilkelerine göre yenilenmesini sağlayacak bir potansiyel taşıyordu. Bu iki hareketin (2013 Haziran Ayaklanması bu düzlemde yer almaz) hiçbir iz bırakmadan yok olup gidiş süreci geleceğe ışık tutan derslerle doludur.