İçimi kemiren soru şu: Eski mimarlarımızın, mühendislerimizin ilkel teknoloji ile inşa ettiği eserler yüzlerce yıla meydan okuyup ayakta kalırken, yeni mimar ve mühendislerimizin modern teknoloji ile inşa ettiği binalar depreme, fırtınaya neden dayanamıyor?..
Meselâ, bir ay kadar önce İstanbul’un maruz kaldığı fırtınada adı “Mimar Sinan” olan dört minareli bir camiin iki minaresi yıkıldı, ama Mimar Sinan’ın sanatından nasiplenmiş camilere hiçbir şey olmadı; bunun sırrı nedir?
Galiba eskilerimiz hayata sanat ve maneviyat katmayı biliyorlardı, yeniler bunu bilmiyor. Hayata salt matematik olarak bakıyoruz. Dolayısıyla her konuda “para” hesabı yapıyoruz.
Yirmili yaşlarda bulunduğum yıllarda, geçim darlığından yakınan yaşlı hattata: “Başka iş yapsanız şimdi kazandığınızın çok daha fazlasını kazanabilirdiniz” deyivermiştim.
Acıyarak, biraz da galiba aşağılayarak yüzüme baktıktan sonra, derin gözlerini önündeki “besmele”ye çevirmiş, birkaç kez iç çekmiş ve henüz duyabileceğim bir sesle sanki bana değil, yazmaya çalıştığı “eser”e kendi gerçeğini fısıldamıştı: “Ama ben bu işe âşığım!”
“Aşk olmadan meşk olmaz” sözünün özünü (yazı veya müzikte alışma/öğrenme için yapılan çalışmaya “meşk” dendiğini biliyorsunuz) o gün anladım. O gün Hattat Hamid Aytaç’ın ağzından çıkan bu mırıltı, tüm hayatımı etkiledi: Zaman içinde fark ettim ki, bugün de hayranlık ve şaşkınlıkla seyrettiğimiz eski camilerin, çeşmelerin, türbelerin, köprülerin, resimlerin, şiirlerin, romanların, kısacası tüm “anıtsal eser”lerin içinde derin bir “aşk” saklıdır.