Bir toplantıda özgeçmişimin okunduğu an, en sıkıldığım andır: Bir sürü övgü ve abartı altında ezilir kalırım…
Üstad Bediüzzaman’ın bir sözü dolaşır durur beynimin kıvrımlarında: “Eğer ahiret yurduna götüreceğiniz bir ameliniz yoksa fani dünyada bıraktığınız eserlere de kıymet vermeyin.”
Aslında bizim kuşağın özgeçmişi filân yoktur. İdeolojik şiirlerle, sloganlarla, ders kitaplarına tıkıştırılan yalanlarla, bizim kuşağın geçmişini çaldılar.
Kana kana oynayamadık, çünkü oyuncağımız yoktu. Doğru dürüst karnımızı doyurmaya yetecek ekmeğimiz de yoktu. Diyelim ki bir şekilde karnımız doydu, oyuncağı da bulduk; yine oynayamazdık; zira millî bayramlarda okumak için bol bol “cumhuriyet-hürriyet” kafiyeli şiirler ezberlememiz gerekiyordu. Her bayram, altı delik lastik ayakkabılarımı çamurlara vuraraktan çığlık çığlığa şiir okurdum: “En büyük cumhuriyet/ Bize verdi hürriyet...”
Cumhuriyetin tek başına hürriyet demek olmadığını, hürriyet demek olması için insan hakları ve demokrasi ile bütünleşmesi gerektiğini neden sonra öğrendim. Öğrendiğimde de aldatıldığımı, yanıltıldığımı düşündüm.